- Katılım
- 2 Haz 2022
- Mesajlar
- 696
- Tepkime puanı
- 0
- Puanları
- 16
Müzik Merhaba sevgili seyirciler.
Tarih Söyleşileri programından hepinizi en içten, en samimi, en sıcak duygularla, gönül dolusu sevgi ve saygıyla selamlıyoruz. Bugünkü programda yine tarihimizin çok önemli bir konusunu ele alacağız.
Hakikaten aslında tarih çizgimize baktığımızda çok önemli dönüm noktaları var. Var olmanın ve yok olmanın aynı noktada buluştuğu olaylar. Bunlardan birisi de bundan yaklaşık 100 yıl önce ceryan eden ve şimdi 100. yılını farklı faaliyetlerle, programlarla anmaya çalıştığımız bir olay.
Konuğumuz yakın tarihimizin önemli uzmanlarından, yakın tarihimizle üzerine yaptığı araştırmalardan tanıdığımız Prof. Dr. Azmi Özcan hocamız. Hocam hoş geldiniz. Teşekkür ederim. İyisiniz inşallah. Çok sağ olun. Sizler de onların iyisinizdir. Allah iyilik üzere daim kılsın hepimizi. Amin inşallah. Hocam hem insanların hem milliyetlerin tarihinde aslında birbirine benzeyen noktalar var.
İniş, çıkış, yükseliş, süreklilik sonra birden tekrar hareketlenmeler. Bizim kendi tarihimize baktığımızda, Osmanlı tarihine baktığımızda aslında dünya tarihinde kendisine mahsus, kendisine özgü bir süreç olduğunu görüyoruz. Yaklaşık tabii ki tarihi sürekliliğimiz bizim isimler değişse de hep devam eder, Selçuklusu, Osmanlısı, Cumhuriyeti bir sürekliliğin devamıdır ama Osmanlı Devleti veya Devleti Aliyeyi Osmaniye olarak andığımız dönemin 600 küsür yıllık, 624 yıllık tarihine baktığımızda 620 yılın kendisine mahsus bir süreci olduğunu görüyoruz. Bu süreç içerisinde benim en çok merak ettiğim veya bugün ele almak istediğimiz konu, zirveleri görmüşken inişin hatta dibe vurmanın sebebi ve süreci. Aslında bizi yaklaşık 10 milyon kilometre kareye aşkın bir coğrafyayı hükmetmekten sevre mahkum eden ve getiren süreci sizden kısaca özetlemenizi rica edeceğiz. Çok zor bir soru sordunuz ama aslında bütün tarihin düğümlendiği yerde öyle. Coşkun Bey yeryüzü arenasında milletleri farklı kılan bir kısım hususiyetleri var ve tarih bize şunu öğretiyor ki hiçbir zaman zirvede kalmak mümkün değil. Mutlak zirve diye diye bir şey mümkün değil.
Milletleri farklı kılan önemli hususiyetlerden birisi de düştüğünüz zaman ayağa kalkabilecek mayayı ve dirayeti ve iradeyi koruyabilmiş olmanız. O yüzden de hakikaten insanlığın serüveninde bu hususiyeti defalarca ortaya koyabilen ve bunun da ne kadar nesillerimiz adına iftihar etsek az olacağı bir millete mensubuz. Pek çok sayısız örnekleri var ama siz Osmanlı tarihiyle konuyu sınırladığınız için mesela 1400’de bir fetret devri yaşayan, yıkılmanın eşiğine gelen, Ankara Savaşı’ndan sonra parsalanmanın yok olmanın eşiğine gelen bir devlet ve millet 50 sene sonra Roma’yı fethedebiliyor. Bu inanılmaz bir dirayettir, inanılmaz bir basirettir. Öyle bakmak lazım.
Millet Mücadele de bunun örneklerinden birisidir, başka pek çok örnekleri de var ama konumuzu da yine Millet Mücadele odaklı yaptığımız için doğrudan isterseniz oraya atıp da gidelim. Hocam Millet Mücadele deyince biz çok kısa bir zaman dilimini ele alıyoruz. Aslında bu sene Millet Mücadele 100. yılını idrak etmiş olacak ama Millet Mücadele dediğimiz mücadele safası ve oraya gelişti herhalde 19 Mayıs 1919’da başlamış bir hadise değildir.
Onun bir arka planı var. O arka planı ben sizden kısıkça dinlemek istiyorum. Çocuklarımızın zihinlerinde tarih deyince pek de maddi karşılığı somut karşılığı olmayan bir kavram hep böyle eğitim sistemimizde de tarih aslında bizim genel kültür bürükümümüz içerisinde bilgi demek ve tecrübe demek.
Bunun en meşhur örneği de Kutat Kubilik’teki o bilik aslında tarih demek ve biz Türkçe’de tarih karşılığında bir zamanlar bilik kelimesini de sık sık kullanırmışız. O yüzden geçmişin bilgisine sahip olmak ve birikimine sahip olmak insanların daha aydınlık bir gelecek inşa etmeleri için olmazsa olmaz, zaruri bir şey. Millet Mücadele’yi de elbette gökten zembille düşmedik. Bunun bir altyapısı var.
Şimdi milletlerin inişleri ve çıkışları aynı zamanda hayatiyetlerinin de işaretleridir demiştik kalp grafiği gibi. Ne yazık ki Avrupa’nın yükselişi buna mukabil bizim düşünümüzü getirdi. İslam dünyasının düşüşünü getirdi. Sömürgecilik yarışında o sömürgecilerin tasallutu altında 19. yüzyılın ortalarına geldiğimiz zaman dünya topraklarının %50’si 60’ı Avrupalı sömürgecilerin bir anlamda tahakküm altına girmişti. Ve direnen direnmeye çalışan sadece Osmanlı Devleti kalmıştı.
Osmanlı Devleti bu itibarla sadece kendisini kurtarmak, kendi onurunu kurtarmak, kendi bağımsını kurtarmanın ötesinde, adeta yeryüzündeki bütün mazlumların da onurunu temsil durumunda, bütün Müslümanların da şerefini temsil durumunda kalan bir konumdaydı.
Ve yeryüzünde Avrupalıların tasallutuna uğramış, sömürgeleştirmiş ne kadar Müslüman toprağı varsa Endonezya’dan tutunuz, fasa kadar hemen herkes gözlerini, kalplerini, umutlarını İstanbul’a, Osmanlı Devleti’ne çevirmişlerdi. Dolayısıyla şunu söylemek mübalağa olmaz.
Osmanlı Devleti 19. Yüzyılda sadece kendi varlığını korumanın derdinde değil, aynı zamanda Müslüman mazlum dünyasında, aynı zamanda insanlığın onurunu da korumak, kurtarmak konumundaydı. O yüzden Yağgün Söyliş ile sık sık Osmanlı insanlığın son adasıdır diye hep söylenir. Anadolu, Türkler, bizler, hepimiz aslında bugün de dün de bu çerçevede icra-i faaliyet yapmak durumunda olan insanlarız.
19. Yüzyılda 2. yarısında artık son kalan toprakların da paylaşılması için sömürgeci devletler kendi aralarında arayışlara girdiler. Bu arayışların neticesinde dünya kamplaştı. Bir tarafta Almanya, diğer tarafta İngiltere, Fransa ve Rusya.
Bu kamplaşma neticesinde aslında şu soruyu da belki hatırlamak lazım. Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’na girmeseydi ne olurdu diye sık sık sohbetlerde ya da tartışmalarda gündeme gelen bir soru var. Elbette bilemeyiz ne olacağını ama bildiğimiz bir şey var ki 1. Dünya Savaşı’nın önemli konularından birisi de Osmanlı mülkünün paylaşılmasıydı. Nitekim ilerleyen zamanlarda belki Osmanlı mülkünün paylaşılması planlarına da gireriz. Zira milli mücadele doğrudan bu planların bir neticesi olarak karşımızda durmakta. O planların aslında bertaraf edilmesinin mücadelesidir.
Ve tabi biz aslında 16. 17. yüzyıla baktığımız zaman Osmanlı Devleti’nin daha doğrusu Türklerin tarih sahnesinden silinmesiyle ilgili pek çok anlaşmanın yapıldığını, irtifakların kurulduğunu, gizli anlaşmaların yapıldığını biliyoruz. Bugün bunlar aslında Batılı müeliflerce de yazılan, çizilen ve eser olarak yayınlanıyor pek çok.
Çerçevelerde de ortaya çıktığı için benim de yayınlarım vardır o çerçevede Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına paylaşılmasına yönelik Sönügeci Devletleri’nin tarihi içerisinde yaptıkları planlar, anlaşmalar hepsi zaten bugün aşikar bir şekilde.
Ama bizi milli mücadeleye götüren süreçte Almanya’nın 1870’den sonra tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte düvel muazzama dediğimiz İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bütün hesaplarını, planlarının bozulmasıyla birlikte dünyanın nihay noktada bir sömürgecilik savaşına, hesaplaşmasına gideceği aşikardı. Hatta o günlerin münevverlerinin yazılarını da bunun işaretlerini de görüyorsunuz.
Benim hatırladığım Namık Yaman’ın 1880 tarihli bir mektubu var mesela. Geçenlerde yayınladık. O çok net bir şekilde daha o tarihte şunu söylüyor. Vatan dediğimiz ana tehlikededir, dünya bir büyük savaşa doğru gitmektedir ve onun has evlatları olan bize düşen sorumluluk da anayı kurtaramasak bile rahmindeki evladının sağlıklı doğmasına müzaret etmektir.
Yani 1880’lerden 1920’lerdeki yeni bir Türk devletinin kuruluşuna işaret edebilmek çok ciddi bir aydınlanmayı gerektirir, çok ciddi bir bürekimi gerekir. Ama o tarihlerde yaşayan herkes dünyanın bu büyük hesaplaşmaya doğru gittiğini biliyordu. Hesaplaşmanın başlangıcı da ya da daha doğrusu netleşmesi de 1900 yıllıdan itibaren oldu. Önce İngiltere, Fransa ve Rusya arasında ittifaklar yapıldı.
Bu ittifaklarda nihai paylaşmada herkesin istediği taraflar belli oldu, yerler belli oldu. Ve Osmanlı Devleti’nin bütün çabalarına rağmen Osmanlıların bu yaklaşan savaşta Almanlar safında savaşa girmemek adına İngiltere ve Fransa’yla birlikte olmak adına defalarca yaptığı müracaatlar geri çevrildi. Onlara sadece sizinle bir anlaşma yapamayız, siz tarafsız kalsanız sizin için daha olur şeklinde nasihatler de bulundu. Ama tarafsız kalınması istenilen devlet aslında düvel-i muazzamanın paylaşmakının ana malzemesini oluşturuyor. Kesinlikle. Çünkü 1900 yıla geldiğimiz zaman Dünya topraklarının %85’i bu sömürgeci devletler tarafından paylaşılmıştı, erkolmuştu.
Fakat hani pastanenin kreması derler ya bütün Dünya topraklarının en önemli kısmı kalmıştı ve orada da biz vardık. Bütün stratejinin, bütün enerji kaynaklarının, bütün petrolün bulunduğu ve bütün kutsal dinlerin doğuş mekanlarının, kutsal mekanlarının bulunduğu topraklarda biz oturuyorduk. O topraklara sahip olan dünyaya hakim olacaktı, sahip olacaktı ve Birinci Dünya Savaşı aslında bu hesapların savaşıydı.
Ve o Birinci Dünya Savaşı’nda bir bedel ödedik biz, bir tarihin bedelini ödedik. 1911’de İtalya Savaşı ile başlayan bir süreçte 1922’nin sonunda savaştan çıktığımız zaman biz hem kendi tarihimiz adına hem insanın onuru adına nüfusumuzun yarısını bedel olarak verdik, kurban olarak verdik. Sadece nüfusun değil de büyük bir coğrafyayı. Yani 22 milyon kilometre kare olan bir zamanlar ve Gönül coğrafyası ile birlikte belki 60-70 milyon kilometre kareye ulaşan bir coğrafya çekildi çekildi çekildi, 780 bin ile kendisini kurdu. O yüzden aslında o Anadolu coğrafyası bizim kurtarabildiğimiz vatanımızdır.
Sanki biraz algıda burası bizim asli vatanımız olarak, hayır bizim asli vatanımız Anadolu’dan bile çok çok uzun yıllardır bulunduğumuz Gönül coğrafyası’daki mekanlar vardır. Tarih kendisini unutanları hiç affetmiyor ama maalesef bugün bile ortalama bir Türk aydından sorsanız bizim Kudüs’te 1000 yıl bulunduğumuzu, Mısır’da 1000 yıl bulunduğumuzu, Suriye’de 1000 yıl bulunduğumuzu bilmiyorlar.
Yani böyle bir alimolojiler. Oralarla ne bağımız var ki? Evet öyle diyorum. Modu var. Ama bütün tarih boyunca Kudüs’te en fazla bu emanetle müşerref olan Türkler olmuş, bizler olmuşuz. Aslında tabi hocam burada unutmak felakettir. Demek lazım. Vecizesini hatırlamak gerekiyor. Kesinlikle. Ve biz o felaketi milletçe…
Yani bizim oralarda ne işimiz var, bizim ne ilgimiz var diyenler için, bizim Yemen’de ne ilgimiz var diyenler için, bilsinler ki oraların tarihi biziz. Biz oraların tarihindeyiz ve o yüzden de oralarda bizim rüşaniyetimiz var. Verilmiş hesabımız var, ödenmiş bedenimiz var. Bugünler gelir geçer ama biz bu mayayı koruyabilirsek gelecek nesillerimiz bu emanete bizden belki daha iyi sahip çıkabilirler.
O yüzden bu emaneti korumaya biz sermaya diyoruz, başmaya, sermaya dediğimiz de odur zaten. Bunu korumaktır ve bunu korumak anlamında da bütün tarih içerisinde en kabiliyetli olan topluluklardan, milletlerden birisi biziz. Aslında milli mücadele bu ödettirilen bedelin yeniden tahbeyle dilmesinin bir başlangıcı ve girişimi.
Tabii burada önemli olan şu hocam veya belki konuşmamız altını biraz çizmemiz gereken, uzun bir tarihi hesaplaşma sürecinin sonucunda 1. Düb, yani Trablus Karp çepesi büyük bir felaket olan, gerçekten sadece coğrafyanın kaybı değil bir neslin, milyonlarca insanın kaybı olan, ki bugün bunu biz hiç konuşmuyoruz.
Yaşanan soykırımların, katliamlar Balkan coğrafyası aslında büyük bir katliamın da gerçekleştiği coğrafyası, Balkan savaşları ve 1. Dünya Savaşı. Sonunda işgal edilen İstanbul, işgal edilen Anadolu coğrafyası ve hatta Mondoros mütariyesiyle söz verilen, verilen sözlere riayet edilmeden devam eden bir işgal söz konusu. Aslında tam ümitlerin bittiği bir an ve daha doğrusu ümitlerin bitirilmesinin hedeflendiği bir bitirilme.
Zannedildiği bir an. Gezenin en zifiri yeri, karanlı anı. Biraz önce sözün başında dediniz ki herkes Osmanlı’ya ve İstanbul’a bakardı. Dediniz, burada Mondoros mütariyesinden sonra İngiliz dışlılarının, İngiliz işgal kuvvetlerine gönderdiği bir talimatname de, Mondoros mütariyesiyle İstanbul’a bir iyimserlik havası esiyor.
Bu havayı kırın çünkü İstanbul’un ümitlenmesi demek, Hindistan’ın, Mısır’ın ümitlenmesi ve İngilizlerin aleyhine gelişmelerinin cereyanı demektir. Bir an önce işgali koyulaştırın, pekiştirin ve Mısır, Hindistan ve diğer coğrafyadaki Müslümanların umutlarını dağıtın diye bir talimat söz konusu. Bu gecenin en zifiri, karanlığı ve herkesin bir damlacık ümidi, bir lahzacık, bir anlık ümidi bile çok gördüğü bir anda bir yeni doğu hangi ruta, hangi harekatta ve nasıl bir planlamayla gerçekleşti? O sizin çizdiğiniz çerçeveyi kendi şu ayranel lisanıyla belki en güzel ifade eden isimlerden birisi Yahya Kemal.
Yunan ordusu Polat diye kadar gelmiş, bütün Batı Anadolu işgal edilmiş, her yer düşmüş. Top sesleri meclisten işitiliyor, mecliste artık tereddütler başlamış. O sizin söylediğiniz zifiri karanlığın artık odaklandığı noktada.
Şu gelen Türk ordusudur Ya Rabbi, senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi. Galip et, ta ki yükselsin müeyyet namın. Galip et çünkü bu son ordusudur İslam’ın. Her okuduğum zaman ürperirim, her diniyle de ürperim.
Galip et çünkü bu son ordusudur İslam’ın. Bu felaketin büyüklüğünü bundan daha veciz bir anlatım ben şu ana kadar aslamadım. Çünkü İslam’ın son ordusu demek, İslam’ın hikayesinin bitmesi demek.
Ve Müslümanların dünyanın hiçbir yerinde onurlarıyla, şerefleriyle, hürriyetleriyle başları dik yürüyebilecekleri bir santimetre kare yerlerinin kalmayışı demek. Dünyada kıyamet demek, karanlığın en zifiri odaklandığı yer demek. İşte burada tarihin akışını çevirebilen bir irade var, biz ona milli mücadele ediyoruz. Burada tarihi yeni baştan saran bir fedakarlık var, bir kahramanlık var, bir gayret var, bir emanet-i üslenme var. Dünyanın başka yerlerinde başka insanların yapamadığı ama bizim halen koruduğumuz. Belki de biraz da romantikliğimiz buradan geliyor çünkü bundan bin sene önce Moğollar yine İslamiyet’i çok ya da Müslümanları çok zor şartlara düçar ettikleri zaman hiç olmayacak bir zamanda bizimkiler Müslüman olmaya karar veriyorlar. Aslında tarihi şartlar bakımından baktığınız zaman hiç de Müslüman olmaya karar verecek zaman değil. Çünkü aynı dönemde Ruslar Hristiyan olmuşlar mesela. Ama o emaneti üslenmek duygusu var ya Allah dilerse bu emaneti sizden alır başka birisine yükler var ya
işte o emanete sahip olmanın bilinciyle o milli mücadelenin, o mayanın tekrar tutuşması zaten hep derler ya geleneği korumak külleri korumak değildir. Közü muhafaza etmektir. Günün birinde eğer siz közü muhafaza ederseniz onu üfleyecek birileri her zaman gelir diye. Hakikaten de o işte o tarihte ülkenin işgal edildiği bütün umutların tükenmek üzere olduğu bir dönemde bir ses Anadolu’da ortaya çıkıyor. Kalkın ey ehli vatan diyor namus için, onur için, şeref için. Buraya nasıl geldik onu konuşuyorduk şu cümleyle bitirelim. Birinci yana savaşı bitti büyük bedeller ödendi nüfusun yarısını sadece esir sayımız 200 bindi onun hikayesi de yapılmadı. Bu da bilinen rakam. Evet. Kayıp rakamlar. İnsanlık tıranları yani dünyanın her yerini dağılmış kendilerinden haberi anlamayan galip devletler kendi aralarında toplandılar. Osmanlı Devleti’ni yendik şimdi biz bunlardan galibiyetin karşılığı olarak ne talep edeceğiz? Bu toplantının tutaklarını okudum ben, muhtelif yerlerde söz açılınca bunu söylüyorum. Oradaki müzakere metinlerini de okudum. O aslında bu konuları kendisine dert edinen bu vatanın her evladının zihninin bir köşesinde daima asıllık almalı.
Orada tartışılan metinlerde şu ifadeler bugün gibi okuduğum andaki tazeliyle zihnimde yerini muhafaza ediyor. Üç şey ortaya çıkıyor. Bir bu Türkler, bu Müslümanlar, bu Osmanlılar bizim tarihimizin son 500 yılına karabasan gibi çöktüler. Ve şimdi ilk defa elimizde bu karabasanı sona erdirme fırsatı geçti. Önce bunun hesabını sormalıyız. Bir tarihin hesabını kesmek. Faturayı ödetmek. Ödettikleri ile yetinmiyorlar, geri kalanı da tam tahsilat. Gelecek nesillerimizin de aynı tehditlerine maruz kalmaması için gereken bütün tedbirleri almak. Çünkü onlar biliyorlar. İliz yeniden sürer. Onun için de bir daha hiçbir şekilde bunları bir araya gelemeyecek şekilde bürtülerinden ayırmak.
İşte hep konuştuğumuz masabaşında cetvelle çizilen sınırlar, hiçbir tabi-i görece, hiçbir mantıklı izahı olmadan kurulan devletler. Hatırlamak lazım. Bugün bu kurulan devletlerin kısma arzamını bizim ve birkaçımız dışında, tam 10 Avrupalılar Büyükülen Savaşı’ndan sonra kurdular. Önce çizdiler ve sonra kurdular.
Bir devleti kurduğunuz zaman onun sınırlarını tayin edersiniz, hukukunu tayin edersiniz. Düzenli sistemini, siyasal yapısını tayin edersiniz ve burada yaşayanlar bu tayin ettiğiniz sınırların dışında taşmak isterlerse o zaman müdahale edersiniz. Bu size hep bedel olarak gelir ve bu bedeli sürekli biz 100 yıldır ödemekteyiz. Ödeniyor da zaten. Üçüncü… Bir daha bir araya gelemeyecekleri şekilde birbirlerinden ayrılmaları lazım.
Tekrarlayalım tekrar isterseniz. Bir, faturayı kesmek lazım. İki, gelecek nesillerin aynı tehdide maruz kalmaması için tedbir almamız lazım. Üç, bir daha hiçbir şekilde bir araya gelemeyecek tarzda bunları birbirlerinden ayrılmamız lazım. İlk, ikinci maddenin sonucu aslında. Evet, yani bir araya geldikleri zaman zaten tarih bize onu gösteriyor ki. Onlar şunu biliyorlar ki Osmanlılar, bulunduğumuz coğrafyada hiçbir Müslüman halkın toprağını Müslüman halklardan savaş yoluyla zorla kanla almamış. Onlar biliyorlar ki Osmanlıların burada bulunan Müslüman ahaliyle bir kan davası yok. Kan davası olmadığı için de gönüllü bir birliktelik var. 1517’de Yavuz Sultan Selim geldiği zaman Kuzey Afrika kendisi gönüllü katıldı. Mekke emiri de geldi kendisi gönüllü katıldı. Mısır, Suriye’de memlulilerden alındı. Dolayısıyla Araplardan ya da Kürtlerden alınan bir toprak yok burada. Daha doğrusu kan davasıyla birbirleriyle savaşarak kurulmuş bir birliktelik yok. Herkes bir gönüllü birliktelikle müşterek bir tarih yazdılar ve Birinci Dünya Savaşı bu müşterek tarihin ağlayarak birbirlerinden de kopuşunun hikayesidir. O yüzden Batı, Avrupa buna mukabil parçalanmışlıktan bölümüşlüğe doğru giden bir tarih inşa ederken biz tam tersine bütünlükten parçalanmışlığa doğru giden bir tarihin bedelini ödemeye devam ediyoruz. Bu bedel herkes tarafından da ödeniyor. Şimdi işte milli mücadele bu bedel’e karşı bir başkaldırının hikayesi, destanı, inşası, destanı, mücadelesi ve tarihi belki bilmemiz gereken bu. Mondros mütahrikası imzalandı. Anadokuları bir hatırlayalım hocam. Evet. Zaman çok hızlı geçiyor. Evet. Süremiz sınırlı. Sohbetinize çok hoş çok teşekkür ederiz ama. Estağfurullah. Bir ana durakla de bir hatırlamak ne fayda var?
Tabii duygulanıyorum bu konular açıldığı zaman çünkü bugün bu bayrak altında onurla yürüyebiliyorsak hakikaten o gün ödenen bedellerin bir befası, bir belki sonucu olarak bunu yapabiliyoruz. Mondros mütahrikası ile Osmanlı Devleti savaştan çekildi, mağlup oldu ve mütahrikâ neticesinde ülke işgal edilmeye başlandı.
Ama bu işgaller kesinlikle hukuki işgaller değillerdi. Bu işgallerin neticesinde en son halkası da İzmir’in işgali oldu. İzmir’in işgali artık katlanamaz bir şeydi. 15 Mayıs 1919’da. Tabii İstanbul’un işgali var. Ardından İstanbul’un işgali. Anadolu’da çeşitli bölgelerin işgali var. Evet.
Şimdi milli mücadelenin nasıl başladığıyla ilgili bütün kaynaklarda ve Nurtuk’ta anlatılan bir anektod vardır. İşgalci devletler Anadolu’da yer yer hukuk bulan direnişlerinin sonlandırılması ve mütareke şartlarına bağlı olarak askerlerin silahlarına teslim etmesi için İstanbul’a baskı yapıyorlardı. Bu baskılar neticesinde Anadolu’ya subayları göndermek için bir gerekçe. Çünkü İstanbul dedi ki eğer biz subaylarımızı gönderebilirsek askerler sadece komutanlarına silahları teslim eder. İşte bu hikayenin en önemli parçası da Mustafa Kemal Atatürk. Sultan Vahdettin’le sarayda vuku bulan karşılaşmada bütün anektodlarda geçen bir cümle vardır. Paşa bugüne kadar yaptığınız hizmetler tarih tarafından teslim edilmekte ama bundan sonra yapacağınız hizmet bunların hepsinin önüne geçecektir. Bu kitaba yazılacaktır diye saat taraftan bir kitap elinde basıyor. Nurtuk’ta anlatılıyor değil mi hocam? Pek çok kaynaklarda yazar bu bir vuku bulan bir hadise. Buna mukabil de Gazi Mustafa Kemal Paşa, muradınızı anladım Sultan’ım, Hünkar’ım diyerek 16 Mayıs’ta Samsun’a doğru yola çıkıyor ve Milli Mücadele’nin Milli Mücadele’yi şöyle buyurun. Burada bir hususun altını çizelemeye isterseniz bir müzakere edelim hocam, bir hatırlatalım.
Mustafa Kemal’in aslında Samsun’a gidişi ve gönderilişi kağıt üstüne basit bir harekat değil, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bir defa çok ciddi bir hazırlığı var. Buna Sultan Vahdettin’in, dönemin hükümetinin, deniz kuvvetlerinin, genel kurmayının vesaire bütün kurumlarının bir katkısı desteği ve ortak bir devlet operasyonu olarak. Devlet operasyonu zaten devletin verdiği bir karar, Görünür’de Anadolu’daki direnen güçlerin silahlarına teslim bulmak üzere ordu müfettiş olarak gidiyor Mustafa Kemal Atatürk. Bundan sonraki tartışmalarda zaten bu gidişatın Milli Mücadele’yi organize etmek ve bunun başına geçmek üzere mi gönderildiği yoksa gerçekten, hakikaten Görünür’deki gerekçeye bağlı olarak işgal kuvvetlerinin, işgalcilerin isteğine bağlı olarak Anadolu’daki silahları toplamak üzere yani teslim olmalarını, bu tartışma artık insanların kendi tarih görüşlerine göre. Sizin kanaatiniz? Benim kanaatime göre… Biraz önce gerçi bir cümleyle onu teyit ettiniz ama biraz açın isterseniz. Benim kanaatime göre arkasında binlerce yıllık devlet tecrübesi olan bir devletin tarihin akışını tesadüflere bırakmadığı.
Dolayısıyla muhtemel işgallere karşı da nasıl ayaklanmalar, nasıl direnişler organize edileceğinin çok önceden planlandığı. Nitekim Milli Mücadele başladığı zaman aynı anda Anadolu’nun her yerinde ortaya çıkan müdafai hukuk cemiyetlerinin de bu devlet aklının bir eseri olarak daha önceden işgal durumunda harekete geçmek üzere yapılan hücreler olduğu ve Milli Mücadele başladığı zaman bunların hepsinin ayar kalkarak bir kuay milliye ruhunu oluşturduklarını ve bunun tesadüfen kendiliğinden anında olamayacak bir yapılaşma neseli olduğu şeklinde. Tarihte zaten böyle tesadüflere pek yer vermez.
Nitekim Milli Mücadele’nin devam ettiği Mudanya’ya kadar geçen süre içerisinde aşağı yukarı Milli Mücadele’nin diliyle İstanbul’un dili aynı dildir. İngilizlerin ve işgalcilerin baskısıyla çünkü baskı o kadar büyük ki aksi halde İstanbul’a yer koyarız.
Aksi halde İstanbul’dan ümidinizi kesin. İstanbul’un düşmesi demek İstanbul’un daha doğrusu koparılması demek bu hikayenin de sona ermesi demek. Ve İstanbul’un düşmemesi için sadece bizim emeğimiz bizim gayretimiz değil yeryüzündeki bütün Müslümanların özellikle Hindistan’daki Müslümanların da çok yoğun çabaları var.
Yani hani böyle kılıç insanın tepesinde ve buna mukabil de ya şunu yapın ya da İstanbul’a el koyarız şeklinde bir tehdit altında geçinen bir şey. Sadece İstanbul’a sınırlı değil el konulacak ve konulması iyi. İstanbul’un sembol tabii. Şimdi Milli Mücadele’nin başladığı andan itibaren Amasya, Erzurum, Sivas hemen her yerde orada siz İstanbul’u
işgal etmiş olabilirsiniz. İstanbul’dakileri esir almış olabilirsiniz. Ama bu milletin kaderini sizin esir aldıktan belirlemez. Biz anında başka bir çare üretiriz. Bu milletin kaderini kendisi belirler çözümü iradesi bütün metinlerde kendisini açık ve net bir şekilde gösteriyor. Siz bizim yöneticilerimizi esir almış olabilirsiniz. Siz başkentimizi işgal etmiş olabilirsiniz.
Ama biz var olduğumuz sürece biz kendi kaderimizi ve irademizi kendimiz tayin ederiz. O Amasya tamimi Erzurum Kongresi kararları ve Sivas Kongresi kararlarındaki ifadesini bulmuş şekilleridir.
Ve orada vurgulanan en önemli hassasiyet, hilafetin şahsı maneviyesini korumak, varlığını korumak, padişahın izzetini ve şerefini korumak, devleti ve milleti korumak. Hepsinin birinciyle. Milli devleti korumak. Bunlar Milli Mücadele’nin üç ana temasıyla. Tabii tabii. Bu konuda da hiçbir ihtilaf yok. İhtilaf nerede var?
Hatta 19 Ocak 1920’de Padişahın Yaveri Nacibe yazdığı mektupta Mustafa Kemal Paşa, ki Meclis açılışına üç ay kalmış. Bunları teyit ediyor tekrar bizim ana gayemiz. Çünkü bir milleti harekete geçirir. Üç unsuru hayata geçirmek. Bir daha isterseniz onları hatırlayalım. O mektupta yazılan, siz söylüyordunuz.
Şöyle, buradan kısaca Murat Bardakçı’ya inedi, hatta geçen günde. Kuvvayi Millet’in tek arzusunun İstanbul’da kalan padişahın kurtarılması, Halifet sıfatıyla bütün İslam dünyasında hakimiyetini sağlamak ve vatanın istiklalini kurtarmak diye. Dini, milli ve idari bir yapının ve tarihi sürekli sağlaması olduğunu ifade ediyorum. İşgali altındaki bir vatanın ve sona erdirilmek istenen, bitirilmek istenen bir milletin direnişi için kullandığı, istihdam ettiği kuvvetlerdir bunlar. Değerleridir, ne için gayret ettiği.
Ve Anadolu’nun pek çok yerinde zaten bu milli mücadelenin kahramanlar arasında çok önemli yer işgal eden medrese figürlerinin, din adamlarının varlığı da bir anlamda bu mücadelenin hakikaten müşterek bir zemin üzerinde yürüdüğün de göstergisi. Tartışmalar, yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra bu tarihi hakikatlerin yorumlanışı üzerinde düğümleniyor.
Bir kısmı diyor ki Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları bunları inanmadıkları halde politika gereği böyle yaptılar, dini kullandılar ya da hilafeti kullandılar. Ben böyle değil, ben böyle olduğu kanaatinde değilim. Samimi olarak o dönemin kahramanlarının vatanı ve milleti kurtarmak, dini, devleti kurtarabilmek için ellerinde olan bütün kuvvetleri seferber ettiklerini, siz insanları ölüme davet ediyorsunuz.
Hani diyor Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal Atatürk, ben size savaşmayı değil ölmeyi emretiyorum. İnsanlara ölüme davet ederken insanlara çok ulvi değerler takdim etmeniz lazım. O ulvi değerlerin başı da bizim milletimiz açısından şehadettir, gazadır ve bütün tarihi şekillendiren kavramlardır.
Din-i devlet için, mülkümlülüğe için fedakarlıktır ve bu kuvvet bizim kuvvetimizdir, bizim devletimizin de milletimizin de kuvvetidir. Hocam tabi burada tarih yazımızdan kaynaklanan problemler var. Bu tartışmanın çıkma sebeplerinden birisi ders kitabına kadar da giren tarih söylemleri ve konular kaynaklanıyor.
Ama sizin bu ifadelerinizden ve tarihi kaynaklara baktığımızda aslında milli mücadelenin ana motivasyonlu dini bir anlayış, dini bir söylem. Var olan medeniyetin sambolleri üzerinden yürütüyorlar. Var olan medeniyetin sambolleri de din-i devlet, milk-i millettir. Yani bu formülesi edilmiş bir şekilde. Bunun üzerinde siz insanların yiyeceklerini talep ediyorsunuz.
İnsanların çocuklarının battaniyelerini talep ediyorsunuz mermileri örtmek için. İnsanların son kuruşunlarını, son kuruşlarını talep ediyorsunuz. İnsanların hayatlarını talep ediyorsunuz. Ve ne için yapacaksınız bunu? İşte insanların uğrunda hayatlarını feda edebilecekleri değerlerle yapabileceksiniz. Ve hakikaten o insanlar bu duygularında samimi.
Tartışmalar bütün bu hikaye bittikten sonra yeni kurulacak devletin ve rejimin yönü hakkında olan tartışmalar. O yüzden bu tartışmaları yapacaksak, bu tarihten sonraki dönemle ilgili yapmamız lazım. Tarihi daha sonraki tartışmaları daha öncesine de giydirerek, daha öncekine de götürerek o yaygın değişle anokronizm yaptığınız zaman bütün tarihi karıştırıyorsunuz zaten.
Milli mücadeleyi bırakınız. Losan’a giderken dahi İsmet Paşa’nın gazetelere verdiği beyan var. Losan’a giderken biz hilafiyetin ve milletin şerefini, izzetini korumak için gidiyoruz diye söylediği beyanlar var. O günlerde bu milli mücadele kahramanlarının aralarında hiçbir ihtilaf da yok zaten.
Ve böyle bu ihtilafı sanki daha sonra yaşanan ihtilafları daha öncesinden başlatmak aslında hem millete hem tarihe yapılabilecek büyük bir haksızlık. Aslında milli mücadele bizim millet olarak elimizdeki en önemli birlik ve beraberliğin sağlayacağı en önemli mutabakat konulardan birisi olması gerekiyor. Ve umutsuzluğa düştüğünüz zaman, umutsuzluğa düştüğünüz zaman sarılabileceğiniz önemli hazinelerinizden birisi.
Hani demiştik ya Fetret’ten 50 sen o zaman İstanbul’u fetheden. Hani demiştik ya 1289’da Anadolu Selçuklar yıkıldığı zaman kurulan bir devlet 50-100 senede Bosna’ya kadar uzanan bir büyük destan yazabiliyordu. Aynı şekilde işgal edilen bir devlet çok kısa bir süreçesinde küllerinden tekrar durabiliyor ve hemen herkesin mutabakat üzere olduğu bir hikaye bu. Ümitsizlik anının ümit kaynaklarından birisi veya belli bir ilerleme veya geleceğe bakma anında en sıkıntılı zamanlarda bile nasıl sıçramanın yapılabileceğinin ve milletin tarihinde tabiatında var olan değerlerin ortaya konulmasını sağlayan harekâtlıların en önemlerinden birisi. Ve bunun sayısız örnekleri tarihde olduğu gibi günümüzde de. Ama bize en yakın örnek.
Şu an 100. yılı bu 100. yılı biz aslında bütün okullarımızda bütün kültürel faretlerimizde insanların zihnine hiçbir anlam ifade etmeyen sadece soğuk mekanik kronolojinin ötesine taşımak zorundayız. Biz bu mayayı bu ruhu taşımak zorundayız. Ama bunun için hocam kuru bir söylem yerine yaşanmışlığı ele almamız gerekiyor. Kesinlikle. Hikayeleri ele almamız gerekiyor. Olayları ele almamız gerekiyor. Fedakarlıkları ele almamız gerekiyor.
Kahramanlıkları ele almamız gerekiyor. Duyguyu ele almamız gerekiyor. Bizim tarihçiliğimizin de aslında pek çok problemlerden birisi bu. İnsanı merkeze alan, yaşanmışlığı merkeze alan ve psikolojiyle dikkate alan. Şunu mesela nasıl izah edersiniz? Bütünlük içerisinde olayı ortaya koyan bir anlayış. Bu noktada milli mücadele deyince siz, gerçi sözünüz kesin kusura bakmayın lütfen. Estağfurullah. Konuşmanızın bir bölümde kısmen temas ettiniz. Sadece aslında Anadolu’daki insanların yani bizlerin bir milletin ümidi ve mücadelesi değil, sizin de doktora tez konusunda giren tezlerinize ve çalışmanızı atıp da bulunuruz. Aslında dünyanın en ücra köşesinde Avusturalya’sında, Hindistan’ında, Afrika’sında çok ümitsizlik ve imkansızlık içerisindeki insanların bile katkıda bulunduğu bir mücadelen söz ediyoruz.
Yani o kadar böyle hikayeler var ki bugünlerde gösteri, gösterimde olan bir filmde mesela Avusturalya’da, Cerehane’da bir hikayeden hareketle bir senaryo yapılmış. Orada İngiltere’ye savaş ilan eden birkaç kişiyi görüyorsunuz Avusturalya’da. Bu tarih olarak olan bir vaktim. Siz Singapur’da aynı şekilde o tarihlerde yine İngilizlere karşı ayaklanan bir Hint birliğinden bahsediyorsunuz.
Ya da yanlıyak Hindistan’dan, Pakistan’dan, Afganistan’dan bizim milli mücadeleye katılmak için yollara düşen insanları görüyorsunuz. Kulağını yırtarak küpesini hediye eden Hintli Müslümanları. O insanlardan bazıları daha sonra İstanbul’da kalmış. Ben onların hatıratlarını okudum. Bir tanesi mesela 1989’de vefat etti Zafer Hasan Aybek isminde. Hatıraları hem Türkçe hem Urduca yayınlandı.
Harb okulunda İngiliz öğretmen olarak kalmış. Bir tanesi Abdurrahman Peşaveri isminde birisi. Peşaverli. O yüzden bu ismi almış muhtemelen. Afganistan’ı ilk Türk büyükelçisi olarak vazife yapıyor. Eğer siz milli mücadelede konuştuğunuz ruhu dışlarsanız o zaman o uzak coğrafyadaki çarpan gönüllerin ne için çarptığını izah edemezsiniz. Bu saydığımız insanların Anadolu’ya ne için geldiğini izah edemezsiniz.
Başka bir örnek vereyim mesela. Sayısının 60 ila 100 bin kişinin civarında olduğu tahmin edilen bir Müslüman kitle. İstanbul işgal edilince artık burası Darül İslam olmaktan çıktı deyip Hindistan’dan yola çıkıyorlar ve kış kıyamet Afganistan, Türkistan’a doğru hirmet etmeye karar veriyorlar. Ve binlerce yollarda ölüyor, perişan oluyorlar, geriye dönemiyorlar.
Onların İstanbul’a ne derdi olabilir? Onların Anadolu’da cevap eden savaşla eğer bu ruhu çıkardığınız zaman ne ilişkileri olabilir? Bu hikaye aslında sadece bizim hikayemiz değil yeryüzündeki bütün mazlum gönüllerin hikayesi, bütün Müslümanların hikayesi ve bizim şahsımızla tecessüm eden bu hikaye ve bu sonuç da aslında hemen herkesin ortak hikayesi. Allah bize nasip etmiş. İşte bundan sonraki faaliyetlerimizde bu 100. yılın anısına belki, önemine belki bu ruhu diri tutacak hem tarihçilik açısında hem şiir, edebiyat, sanat, görsel, sinema, aklınıza ne gelirse modern dönemin teklifleriyle bunu yeni nesillere aktarabilecek canlı tutacak faaliyetler içinde olmamız lazım.
Bunun için hemen herkese büyük sorumluluk. Çünkü hakikaten tarih içerisinde bizim bir sermayemiz varsa o da bu bizim kabiliyetimiz. Bu ruhu taşıyabilmiş olmamız. Aksi takdirde biz de çoktan bir varmış bir yokmuş olurduk. Allah korusun.
Aslında yani milli mücadele 100. yılında derken yeni milli mücadirlerin yaşanmaması veya yaşananların hatırasının ihyası ve biraz önce vefa dedik ya insan insan yapan hem vefa gösteririz hem ibret defası olarak ortaya konulması için devlet ve millet birlikteliği, el birliği sağlanması gerekiyor.
Bir de milli mücadeleyi kazandık bitti oh şükür falan konumunda da değiliz. Çünkü tarihin en kızgın topraklarında yaşıyorsunuz.
Tarihin ve coğrafyanın en kıymetli topraklarında yaşıyorsunuz. O hikaye bitti. Size yeni bir hikaye ile yeni bir senaryo örmeye çalışan başka pek çok çevrenin ortasında yaşıyorsunuz. Yeryüzünde üzerinde bizim kadar plan proje hesap kitap yapılan başka bir birim bir birlik bir millet bir devlet olamaz zaten.
O yüzden milli mücadele bitmiş bir süreç değil her an tayakkuzda olması gereken. Bunu bir paranoya anlamında değil bunu bir sorumluluk anlamında söylüyorum. Çünkü bizim burada durmamızı hazmetmeyen bir zihniyet var dünyada. Çünkü burasını kendileri için kendi kimlikleri için şahsiyetleri için vazgeçilmez gören bir zihniyet var dünyada dünyaya hakim olmak istiyor. Diyorlar ki İstanbul bizim kimliğimizin en önemli parçası Hristiyanlığın devlet olduğu ilk yer. Diyorlar ki bu topraklar sadece size ait değil bütün kutsal dinlere ait olan topraklar. Evet biz de diyoruz bu topraklar bütün kutsalların ortak toprakları ama bizim emanetimizde bizim vatanımız. Biz bunun bedelini ödeyerek almışız ve bütün tarih boyunca da söylüyoruz ki
bunun bedelini ödediğimiz sürece ancak burada kalabiliriz. Geçmişte insanlar geçmişin şartlarına ve zararatlarına binaen bu bedeli kanla ödedilerse bizim mürekkep ile ödememiz lazım. Tam onu hocam soracakım biraz mürekkep deyince biraz açalım isterseniz sözünüzü kesin mazur görün lütfen.
Milli mücadele deyince bir algı var savaşa odaklanmış bir algı. Bunu da biraz açmak lazım aslında dün de bu insanların mücadelesi sadece cephede savaş değil yani o yokluk içinde bile
mektebinden, meddesesinden, üretiminden teknolojise bir mücadele var ve savaş aslında cephe savaşı bütün bu arka plandaki şuurun gayretin bir mecburi hallerde tahakkuk ettiği bir nokta. Bu noktada ne söylemek istersiniz? Biz maalesef bu emanetin sahibi bir millet ve devlet olarak son birkaç yılda emanete muvaffak kendimizi üretemediğimiz için, yenileyemediğimiz için eski dönemin hikayeleriyle avunmaya çalışan bir haleti, ruhiye yansıtıyoruz. O yüzden hem milli mücadele hem de tarih dediğimiz zaman hep bizim karşımıza savaş kahramanlıkları ortaya çıkıyor. Bu savaş kahramanlıkları aslında eski dönemin dili. Biz yeni dönemin dili bilim, edebiyat, sanat, ticaret.
Dolayısıyla yeni dönemin milli mücadelesi ve beka meselesi aslında bu alanlarda sergilenmeli. Onun için de yüksek teknoloji ile ilgili sizin bulunduğunuz yer nedir, ihracatla ilgili bulunduğunuz yer nedir, okullarınızın, üniversitelerin yeryüzündeki bilimsel konumları, başarıları nedir,
ürettiğiniz patent sayısı nedir, bulduğunuz keşifler nedir, yeryüzünün neresinde şirketleriniz var ve bu şirketler dünya ticaret ortalamasının ne kadarına el koymuşlar, sahipler ya da yönetiyorlar. Milli mücadelenin yeni dönemde olması gereken kullarlar bunlar ama maalesef hani yaygın deyişle şeytan taşlamaktan tavaf etmeye fırsat bulamıyoruz gibi mütemadiyen ben size mesela…
Hayır şöyle bir şey söyleyeceğim, şeytanı taşlarken tavafa mani ne hal var ki? Yani ben bu bir hakikati ifade etmekle birlikte kendimizi masumlaştırma sloganı gibi geliyor bana. Hem şeytanı taştıracağız hem tavafı yapacağız.
Bize tarihin yüklediği sorumluluk bu. 1940’lı yıllara dair bir Avrupa Devleti’nin Türkiye raporlarını okudum bak, savaş dönemleri. 1940’lık yıllarda o raporlarda aslında bizim üzerinde çok fazla yorum yapmamız gerektirmeyen ifadeler var.
Diyor ki Ankara’da bulunan bütün Müslüman ülkelerin sefirleri hala Türkiye’yi kendi doğal liderleri gibi görme temi ayrındalar. Türkler bir yol ayrımında. Ya yeniden tarihi rollerine dönme girişiminde olacaklar ya da bizimle mutabakada vardıkları gibi bizimle paralel bir tarih inşa edecekler.
Eğer bundan vazgeçerlerse yine bedel ödeyeceklerini bunları hatırlatmak lazım tarzında ifadeler var. Özetle de olsa bunu bir daha tekrarlar mısınız hocam?
1940’li yıllarda yaşanan bütün tarihi ve tecrübeye rağmen hala İslam dünyasının Türkiye’yi kendilerinin doğal lideri olarak görme temayullerinden Avrupalıların rahatsızlığını o günde duyuyorlar, bugün de duyuyorlar bu rahatsızlığı.
O günün Türkiye’sini, o günün dünyasını, o günün dış politikasını, iç politikasını dikkate aldığınızda aslında 1940’larda o duygunun hissedilmesi… Çok yani normal bir şey değil tabi. Normal bir şey değil. Eğer o gün öyle hissediliyorsa bugün nasıl hissediliyordur?
Evet, evet.
Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi.
Eğer O gün
Tüm bu yollarınız, tamamen sizin hafızanızla ilgili bir hadise. Veğer bu hafızayı kaybederseniz, aslında siz kendinizi, kimliğinizi kaybedersiniz. Bizim hafızamızın önemli kilometre taşlarından birisi de tarihimizde ortaya koyduğumuz varlık-varoluş mücadelesi, insanlığın onurunu koruma mücadelesinin örnekleri. Yeryüzünün %85’inin paylaşıldığı bir zaman diliminde insanlığın onurunu korumak adına sergilenen bir mücadele ve ödenen bir bedelin adıdır milli mücadele. O yüzden sadece bizim değil, ondan sonra bağımsızlığını elde eden dünyanın pek çok yerindeki, pek çok yeni devletin de bağımsızlık mücadelesine sembol olmuş, ilham kaynağı olmuş.
O yüzden dünyanın her yerinde kendilerine genç Türkler denilen hareketlerinin ortaya çıkmasına kaynak olmuş bir mücadeleden bahsediyoruz. Sayısız örnekleri var, bunları sıralamak için vaktimiz yok.
Ama milli mücadele destanını ve başarısını ortaya koyarken bu kahramanlığı yazan insanları bu fedakarlığı vermeye götüren değerleri ihmal edersek o zaman çok mekanik soğuk bir tarih ortaya kalır ki bununla siz yeni bir ruh inkişafı sağlayamazsınız.
Çünkü insanları harekete geçirenler onların ruh zenginlikleridir, onların değerleridir, inançlarıdır. O inançları ortadan kaldırdığınız zaman yürüyebileceğiniz mesafe pek fazla olmaz.
Bizimle aynı zaman diliminde bir başka kullarda hikaye yazmaya çalışan bir Sovyet-Rusya tecrübesi var mesela. Sovyet-Rusya tecrübesi tamamen bu üst yapı kurumları olarak nitelediği milli, malevi, dini değerleri sonlandırarak yeni bir kullarda yolculuk denedi ama hepimizin bildiği gibi pek fazla devam ettiremedi ve hikayesi çok kısa sürdü.
Ama bizim hikayemiz sonsuza kadar sürecek inşallah. Çünkü biz mayayı korumasını becerebilen bir milletiz ve bu mayayı koruduğumuz sürece mutlaka bu mayayı tutturacak nesiller hep gelecektir. Öyle diyelim. Hocam aslında son bir değerlendirme olarak milli mücadele faaliyetlerini kutlamalarını ele alırken biraz millet olarak, tert olarak şu her şeyi devletten bekleme alışkanlığımızı bir terk etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.
Yani bir aile bireyi olarak, baba olarak, anne olarak, idareci olarak, vatandaş olarak, kurum yöneticileri olarak, öğretimli olarak hepimizin ne yapmalıyız sorusuna bir cevap araması gerekiyor. Bu doğrultuda da milli mücadele okuma seferberliğini başlatmak lazım. Çok güzel.
Tarihi anlatıldığı şekliyle değil aslında olduğu şekliyle anlamaya yönelik bir gayret sarf etmek lazım. Eğer bu gayret olmasa bütün bu söylemlerin çok değeri olmaz diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Birey olarak, fertife olarak herkes kendisini gerçekleştirmekle mükellef. Siz bütün hikayeyi devletin koyduğu kalıplar içerisinde sürdürmeye çalışırsanız zaten sınırlarınız bellidir, sırçlama yapamazsınız. Halbuki kendi birikiminiz ve kabiliyetlerinizi keşfedip onların yücelmesi, gelişmesi için gayret ederseniz pek çok başarılar ortaya koyabilirsiniz.
Yeni dönemde bizim yapmamız gereken iki temel şey var bu konuyla bağlantılı olarak. Okumak ve düşünmek. Okumak ve düşünmek. Çünkü bizi bağımsız kılan, bizi farklı kılan en önemli şey bu. Siz çok güzel ifade ettiniz. Yeni bir okuma seferberliğiyle bütün okullarımızda, bütün gençlerimize kendilerini keşfedecek.
Ve kendilerini keşfederken de aynı zamanda tarihlerini ve geleneklerini keşfedecek yeni bir milli mücadele seferberliği başlatmak lazım. Çok teşekkür ediyorum hocam. Sayenizde aslında bir olayın kronolojik akışı ve ayrıntıları yerine yaşanmış hadisenin bir felsefesi ve çıkarılması gereken dersler üzerine bir sohbet gerçekleştirdiniz. Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim. Sevgili seyirciler, milli mücadele 100. yılında dedik ve 19 Mayıs 1919’un 100. yılı münasebetiyle Prof. Dr. Azmi Özcan’la milli mücadelenin ruhunu, milli mücadelenin heyecanını, milli mücadelenin dokusunu, milli mücadelenin başını, anını ve devam eden sürecini ele almaya çalıştık.
Aslında hepimize düşen bir görev var. O da hatırlamak, öğrenmek. Bunun için okumak. Sologanlarla değil, söylemlerle değil, kalıplarla değil, sadece bize sunulanla değil, hakikatin ruhuna uygun, hakikatin kapısına aralamak niyetiyle okumak.
Sadece hakikati öğrenmek, hakikati hakkın sahibine teslim etmek ve zirvelerden düşüp yeni bir çıkışın acısını yaşamamak ve ilerlemek için.
Ümit ve niyazi diyorum ki yaşadıklarımızla ve yaşanmışlarla yeniden imtihan olunmamak ve yaşayanlara daha iyi bir dünya ve daha iyi bir gelecek sunmak hepimizin mücadele verdiği, gayret ettiği ana meselelerden birisi ola.
Hoşça kalın efendim.
Tarih Söyleşileri programından hepinizi en içten, en samimi, en sıcak duygularla, gönül dolusu sevgi ve saygıyla selamlıyoruz. Bugünkü programda yine tarihimizin çok önemli bir konusunu ele alacağız.
Hakikaten aslında tarih çizgimize baktığımızda çok önemli dönüm noktaları var. Var olmanın ve yok olmanın aynı noktada buluştuğu olaylar. Bunlardan birisi de bundan yaklaşık 100 yıl önce ceryan eden ve şimdi 100. yılını farklı faaliyetlerle, programlarla anmaya çalıştığımız bir olay.
Konuğumuz yakın tarihimizin önemli uzmanlarından, yakın tarihimizle üzerine yaptığı araştırmalardan tanıdığımız Prof. Dr. Azmi Özcan hocamız. Hocam hoş geldiniz. Teşekkür ederim. İyisiniz inşallah. Çok sağ olun. Sizler de onların iyisinizdir. Allah iyilik üzere daim kılsın hepimizi. Amin inşallah. Hocam hem insanların hem milliyetlerin tarihinde aslında birbirine benzeyen noktalar var.
İniş, çıkış, yükseliş, süreklilik sonra birden tekrar hareketlenmeler. Bizim kendi tarihimize baktığımızda, Osmanlı tarihine baktığımızda aslında dünya tarihinde kendisine mahsus, kendisine özgü bir süreç olduğunu görüyoruz. Yaklaşık tabii ki tarihi sürekliliğimiz bizim isimler değişse de hep devam eder, Selçuklusu, Osmanlısı, Cumhuriyeti bir sürekliliğin devamıdır ama Osmanlı Devleti veya Devleti Aliyeyi Osmaniye olarak andığımız dönemin 600 küsür yıllık, 624 yıllık tarihine baktığımızda 620 yılın kendisine mahsus bir süreci olduğunu görüyoruz. Bu süreç içerisinde benim en çok merak ettiğim veya bugün ele almak istediğimiz konu, zirveleri görmüşken inişin hatta dibe vurmanın sebebi ve süreci. Aslında bizi yaklaşık 10 milyon kilometre kareye aşkın bir coğrafyayı hükmetmekten sevre mahkum eden ve getiren süreci sizden kısaca özetlemenizi rica edeceğiz. Çok zor bir soru sordunuz ama aslında bütün tarihin düğümlendiği yerde öyle. Coşkun Bey yeryüzü arenasında milletleri farklı kılan bir kısım hususiyetleri var ve tarih bize şunu öğretiyor ki hiçbir zaman zirvede kalmak mümkün değil. Mutlak zirve diye diye bir şey mümkün değil.
Milletleri farklı kılan önemli hususiyetlerden birisi de düştüğünüz zaman ayağa kalkabilecek mayayı ve dirayeti ve iradeyi koruyabilmiş olmanız. O yüzden de hakikaten insanlığın serüveninde bu hususiyeti defalarca ortaya koyabilen ve bunun da ne kadar nesillerimiz adına iftihar etsek az olacağı bir millete mensubuz. Pek çok sayısız örnekleri var ama siz Osmanlı tarihiyle konuyu sınırladığınız için mesela 1400’de bir fetret devri yaşayan, yıkılmanın eşiğine gelen, Ankara Savaşı’ndan sonra parsalanmanın yok olmanın eşiğine gelen bir devlet ve millet 50 sene sonra Roma’yı fethedebiliyor. Bu inanılmaz bir dirayettir, inanılmaz bir basirettir. Öyle bakmak lazım.
Millet Mücadele de bunun örneklerinden birisidir, başka pek çok örnekleri de var ama konumuzu da yine Millet Mücadele odaklı yaptığımız için doğrudan isterseniz oraya atıp da gidelim. Hocam Millet Mücadele deyince biz çok kısa bir zaman dilimini ele alıyoruz. Aslında bu sene Millet Mücadele 100. yılını idrak etmiş olacak ama Millet Mücadele dediğimiz mücadele safası ve oraya gelişti herhalde 19 Mayıs 1919’da başlamış bir hadise değildir.
Onun bir arka planı var. O arka planı ben sizden kısıkça dinlemek istiyorum. Çocuklarımızın zihinlerinde tarih deyince pek de maddi karşılığı somut karşılığı olmayan bir kavram hep böyle eğitim sistemimizde de tarih aslında bizim genel kültür bürükümümüz içerisinde bilgi demek ve tecrübe demek.
Bunun en meşhur örneği de Kutat Kubilik’teki o bilik aslında tarih demek ve biz Türkçe’de tarih karşılığında bir zamanlar bilik kelimesini de sık sık kullanırmışız. O yüzden geçmişin bilgisine sahip olmak ve birikimine sahip olmak insanların daha aydınlık bir gelecek inşa etmeleri için olmazsa olmaz, zaruri bir şey. Millet Mücadele’yi de elbette gökten zembille düşmedik. Bunun bir altyapısı var.
Şimdi milletlerin inişleri ve çıkışları aynı zamanda hayatiyetlerinin de işaretleridir demiştik kalp grafiği gibi. Ne yazık ki Avrupa’nın yükselişi buna mukabil bizim düşünümüzü getirdi. İslam dünyasının düşüşünü getirdi. Sömürgecilik yarışında o sömürgecilerin tasallutu altında 19. yüzyılın ortalarına geldiğimiz zaman dünya topraklarının %50’si 60’ı Avrupalı sömürgecilerin bir anlamda tahakküm altına girmişti. Ve direnen direnmeye çalışan sadece Osmanlı Devleti kalmıştı.
Osmanlı Devleti bu itibarla sadece kendisini kurtarmak, kendi onurunu kurtarmak, kendi bağımsını kurtarmanın ötesinde, adeta yeryüzündeki bütün mazlumların da onurunu temsil durumunda, bütün Müslümanların da şerefini temsil durumunda kalan bir konumdaydı.
Ve yeryüzünde Avrupalıların tasallutuna uğramış, sömürgeleştirmiş ne kadar Müslüman toprağı varsa Endonezya’dan tutunuz, fasa kadar hemen herkes gözlerini, kalplerini, umutlarını İstanbul’a, Osmanlı Devleti’ne çevirmişlerdi. Dolayısıyla şunu söylemek mübalağa olmaz.
Osmanlı Devleti 19. Yüzyılda sadece kendi varlığını korumanın derdinde değil, aynı zamanda Müslüman mazlum dünyasında, aynı zamanda insanlığın onurunu da korumak, kurtarmak konumundaydı. O yüzden Yağgün Söyliş ile sık sık Osmanlı insanlığın son adasıdır diye hep söylenir. Anadolu, Türkler, bizler, hepimiz aslında bugün de dün de bu çerçevede icra-i faaliyet yapmak durumunda olan insanlarız.
19. Yüzyılda 2. yarısında artık son kalan toprakların da paylaşılması için sömürgeci devletler kendi aralarında arayışlara girdiler. Bu arayışların neticesinde dünya kamplaştı. Bir tarafta Almanya, diğer tarafta İngiltere, Fransa ve Rusya.
Bu kamplaşma neticesinde aslında şu soruyu da belki hatırlamak lazım. Osmanlı Devleti 1. Dünya Savaşı’na girmeseydi ne olurdu diye sık sık sohbetlerde ya da tartışmalarda gündeme gelen bir soru var. Elbette bilemeyiz ne olacağını ama bildiğimiz bir şey var ki 1. Dünya Savaşı’nın önemli konularından birisi de Osmanlı mülkünün paylaşılmasıydı. Nitekim ilerleyen zamanlarda belki Osmanlı mülkünün paylaşılması planlarına da gireriz. Zira milli mücadele doğrudan bu planların bir neticesi olarak karşımızda durmakta. O planların aslında bertaraf edilmesinin mücadelesidir.
Ve tabi biz aslında 16. 17. yüzyıla baktığımız zaman Osmanlı Devleti’nin daha doğrusu Türklerin tarih sahnesinden silinmesiyle ilgili pek çok anlaşmanın yapıldığını, irtifakların kurulduğunu, gizli anlaşmaların yapıldığını biliyoruz. Bugün bunlar aslında Batılı müeliflerce de yazılan, çizilen ve eser olarak yayınlanıyor pek çok.
Çerçevelerde de ortaya çıktığı için benim de yayınlarım vardır o çerçevede Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına paylaşılmasına yönelik Sönügeci Devletleri’nin tarihi içerisinde yaptıkları planlar, anlaşmalar hepsi zaten bugün aşikar bir şekilde.
Ama bizi milli mücadeleye götüren süreçte Almanya’nın 1870’den sonra tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte düvel muazzama dediğimiz İngiltere, Fransa ve Rusya’nın bütün hesaplarını, planlarının bozulmasıyla birlikte dünyanın nihay noktada bir sömürgecilik savaşına, hesaplaşmasına gideceği aşikardı. Hatta o günlerin münevverlerinin yazılarını da bunun işaretlerini de görüyorsunuz.
Benim hatırladığım Namık Yaman’ın 1880 tarihli bir mektubu var mesela. Geçenlerde yayınladık. O çok net bir şekilde daha o tarihte şunu söylüyor. Vatan dediğimiz ana tehlikededir, dünya bir büyük savaşa doğru gitmektedir ve onun has evlatları olan bize düşen sorumluluk da anayı kurtaramasak bile rahmindeki evladının sağlıklı doğmasına müzaret etmektir.
Yani 1880’lerden 1920’lerdeki yeni bir Türk devletinin kuruluşuna işaret edebilmek çok ciddi bir aydınlanmayı gerektirir, çok ciddi bir bürekimi gerekir. Ama o tarihlerde yaşayan herkes dünyanın bu büyük hesaplaşmaya doğru gittiğini biliyordu. Hesaplaşmanın başlangıcı da ya da daha doğrusu netleşmesi de 1900 yıllıdan itibaren oldu. Önce İngiltere, Fransa ve Rusya arasında ittifaklar yapıldı.
Bu ittifaklarda nihai paylaşmada herkesin istediği taraflar belli oldu, yerler belli oldu. Ve Osmanlı Devleti’nin bütün çabalarına rağmen Osmanlıların bu yaklaşan savaşta Almanlar safında savaşa girmemek adına İngiltere ve Fransa’yla birlikte olmak adına defalarca yaptığı müracaatlar geri çevrildi. Onlara sadece sizinle bir anlaşma yapamayız, siz tarafsız kalsanız sizin için daha olur şeklinde nasihatler de bulundu. Ama tarafsız kalınması istenilen devlet aslında düvel-i muazzamanın paylaşmakının ana malzemesini oluşturuyor. Kesinlikle. Çünkü 1900 yıla geldiğimiz zaman Dünya topraklarının %85’i bu sömürgeci devletler tarafından paylaşılmıştı, erkolmuştu.
Fakat hani pastanenin kreması derler ya bütün Dünya topraklarının en önemli kısmı kalmıştı ve orada da biz vardık. Bütün stratejinin, bütün enerji kaynaklarının, bütün petrolün bulunduğu ve bütün kutsal dinlerin doğuş mekanlarının, kutsal mekanlarının bulunduğu topraklarda biz oturuyorduk. O topraklara sahip olan dünyaya hakim olacaktı, sahip olacaktı ve Birinci Dünya Savaşı aslında bu hesapların savaşıydı.
Ve o Birinci Dünya Savaşı’nda bir bedel ödedik biz, bir tarihin bedelini ödedik. 1911’de İtalya Savaşı ile başlayan bir süreçte 1922’nin sonunda savaştan çıktığımız zaman biz hem kendi tarihimiz adına hem insanın onuru adına nüfusumuzun yarısını bedel olarak verdik, kurban olarak verdik. Sadece nüfusun değil de büyük bir coğrafyayı. Yani 22 milyon kilometre kare olan bir zamanlar ve Gönül coğrafyası ile birlikte belki 60-70 milyon kilometre kareye ulaşan bir coğrafya çekildi çekildi çekildi, 780 bin ile kendisini kurdu. O yüzden aslında o Anadolu coğrafyası bizim kurtarabildiğimiz vatanımızdır.
Sanki biraz algıda burası bizim asli vatanımız olarak, hayır bizim asli vatanımız Anadolu’dan bile çok çok uzun yıllardır bulunduğumuz Gönül coğrafyası’daki mekanlar vardır. Tarih kendisini unutanları hiç affetmiyor ama maalesef bugün bile ortalama bir Türk aydından sorsanız bizim Kudüs’te 1000 yıl bulunduğumuzu, Mısır’da 1000 yıl bulunduğumuzu, Suriye’de 1000 yıl bulunduğumuzu bilmiyorlar.
Yani böyle bir alimolojiler. Oralarla ne bağımız var ki? Evet öyle diyorum. Modu var. Ama bütün tarih boyunca Kudüs’te en fazla bu emanetle müşerref olan Türkler olmuş, bizler olmuşuz. Aslında tabi hocam burada unutmak felakettir. Demek lazım. Vecizesini hatırlamak gerekiyor. Kesinlikle. Ve biz o felaketi milletçe…
Yani bizim oralarda ne işimiz var, bizim ne ilgimiz var diyenler için, bizim Yemen’de ne ilgimiz var diyenler için, bilsinler ki oraların tarihi biziz. Biz oraların tarihindeyiz ve o yüzden de oralarda bizim rüşaniyetimiz var. Verilmiş hesabımız var, ödenmiş bedenimiz var. Bugünler gelir geçer ama biz bu mayayı koruyabilirsek gelecek nesillerimiz bu emanete bizden belki daha iyi sahip çıkabilirler.
O yüzden bu emaneti korumaya biz sermaya diyoruz, başmaya, sermaya dediğimiz de odur zaten. Bunu korumaktır ve bunu korumak anlamında da bütün tarih içerisinde en kabiliyetli olan topluluklardan, milletlerden birisi biziz. Aslında milli mücadele bu ödettirilen bedelin yeniden tahbeyle dilmesinin bir başlangıcı ve girişimi.
Tabii burada önemli olan şu hocam veya belki konuşmamız altını biraz çizmemiz gereken, uzun bir tarihi hesaplaşma sürecinin sonucunda 1. Düb, yani Trablus Karp çepesi büyük bir felaket olan, gerçekten sadece coğrafyanın kaybı değil bir neslin, milyonlarca insanın kaybı olan, ki bugün bunu biz hiç konuşmuyoruz.
Yaşanan soykırımların, katliamlar Balkan coğrafyası aslında büyük bir katliamın da gerçekleştiği coğrafyası, Balkan savaşları ve 1. Dünya Savaşı. Sonunda işgal edilen İstanbul, işgal edilen Anadolu coğrafyası ve hatta Mondoros mütariyesiyle söz verilen, verilen sözlere riayet edilmeden devam eden bir işgal söz konusu. Aslında tam ümitlerin bittiği bir an ve daha doğrusu ümitlerin bitirilmesinin hedeflendiği bir bitirilme.
Zannedildiği bir an. Gezenin en zifiri yeri, karanlı anı. Biraz önce sözün başında dediniz ki herkes Osmanlı’ya ve İstanbul’a bakardı. Dediniz, burada Mondoros mütariyesinden sonra İngiliz dışlılarının, İngiliz işgal kuvvetlerine gönderdiği bir talimatname de, Mondoros mütariyesiyle İstanbul’a bir iyimserlik havası esiyor.
Bu havayı kırın çünkü İstanbul’un ümitlenmesi demek, Hindistan’ın, Mısır’ın ümitlenmesi ve İngilizlerin aleyhine gelişmelerinin cereyanı demektir. Bir an önce işgali koyulaştırın, pekiştirin ve Mısır, Hindistan ve diğer coğrafyadaki Müslümanların umutlarını dağıtın diye bir talimat söz konusu. Bu gecenin en zifiri, karanlığı ve herkesin bir damlacık ümidi, bir lahzacık, bir anlık ümidi bile çok gördüğü bir anda bir yeni doğu hangi ruta, hangi harekatta ve nasıl bir planlamayla gerçekleşti? O sizin çizdiğiniz çerçeveyi kendi şu ayranel lisanıyla belki en güzel ifade eden isimlerden birisi Yahya Kemal.
Yunan ordusu Polat diye kadar gelmiş, bütün Batı Anadolu işgal edilmiş, her yer düşmüş. Top sesleri meclisten işitiliyor, mecliste artık tereddütler başlamış. O sizin söylediğiniz zifiri karanlığın artık odaklandığı noktada.
Şu gelen Türk ordusudur Ya Rabbi, senin uğrunda ölen ordu budur Ya Rabbi. Galip et, ta ki yükselsin müeyyet namın. Galip et çünkü bu son ordusudur İslam’ın. Her okuduğum zaman ürperirim, her diniyle de ürperim.
Galip et çünkü bu son ordusudur İslam’ın. Bu felaketin büyüklüğünü bundan daha veciz bir anlatım ben şu ana kadar aslamadım. Çünkü İslam’ın son ordusu demek, İslam’ın hikayesinin bitmesi demek.
Ve Müslümanların dünyanın hiçbir yerinde onurlarıyla, şerefleriyle, hürriyetleriyle başları dik yürüyebilecekleri bir santimetre kare yerlerinin kalmayışı demek. Dünyada kıyamet demek, karanlığın en zifiri odaklandığı yer demek. İşte burada tarihin akışını çevirebilen bir irade var, biz ona milli mücadele ediyoruz. Burada tarihi yeni baştan saran bir fedakarlık var, bir kahramanlık var, bir gayret var, bir emanet-i üslenme var. Dünyanın başka yerlerinde başka insanların yapamadığı ama bizim halen koruduğumuz. Belki de biraz da romantikliğimiz buradan geliyor çünkü bundan bin sene önce Moğollar yine İslamiyet’i çok ya da Müslümanları çok zor şartlara düçar ettikleri zaman hiç olmayacak bir zamanda bizimkiler Müslüman olmaya karar veriyorlar. Aslında tarihi şartlar bakımından baktığınız zaman hiç de Müslüman olmaya karar verecek zaman değil. Çünkü aynı dönemde Ruslar Hristiyan olmuşlar mesela. Ama o emaneti üslenmek duygusu var ya Allah dilerse bu emaneti sizden alır başka birisine yükler var ya
işte o emanete sahip olmanın bilinciyle o milli mücadelenin, o mayanın tekrar tutuşması zaten hep derler ya geleneği korumak külleri korumak değildir. Közü muhafaza etmektir. Günün birinde eğer siz közü muhafaza ederseniz onu üfleyecek birileri her zaman gelir diye. Hakikaten de o işte o tarihte ülkenin işgal edildiği bütün umutların tükenmek üzere olduğu bir dönemde bir ses Anadolu’da ortaya çıkıyor. Kalkın ey ehli vatan diyor namus için, onur için, şeref için. Buraya nasıl geldik onu konuşuyorduk şu cümleyle bitirelim. Birinci yana savaşı bitti büyük bedeller ödendi nüfusun yarısını sadece esir sayımız 200 bindi onun hikayesi de yapılmadı. Bu da bilinen rakam. Evet. Kayıp rakamlar. İnsanlık tıranları yani dünyanın her yerini dağılmış kendilerinden haberi anlamayan galip devletler kendi aralarında toplandılar. Osmanlı Devleti’ni yendik şimdi biz bunlardan galibiyetin karşılığı olarak ne talep edeceğiz? Bu toplantının tutaklarını okudum ben, muhtelif yerlerde söz açılınca bunu söylüyorum. Oradaki müzakere metinlerini de okudum. O aslında bu konuları kendisine dert edinen bu vatanın her evladının zihninin bir köşesinde daima asıllık almalı.
Orada tartışılan metinlerde şu ifadeler bugün gibi okuduğum andaki tazeliyle zihnimde yerini muhafaza ediyor. Üç şey ortaya çıkıyor. Bir bu Türkler, bu Müslümanlar, bu Osmanlılar bizim tarihimizin son 500 yılına karabasan gibi çöktüler. Ve şimdi ilk defa elimizde bu karabasanı sona erdirme fırsatı geçti. Önce bunun hesabını sormalıyız. Bir tarihin hesabını kesmek. Faturayı ödetmek. Ödettikleri ile yetinmiyorlar, geri kalanı da tam tahsilat. Gelecek nesillerimizin de aynı tehditlerine maruz kalmaması için gereken bütün tedbirleri almak. Çünkü onlar biliyorlar. İliz yeniden sürer. Onun için de bir daha hiçbir şekilde bunları bir araya gelemeyecek şekilde bürtülerinden ayırmak.
İşte hep konuştuğumuz masabaşında cetvelle çizilen sınırlar, hiçbir tabi-i görece, hiçbir mantıklı izahı olmadan kurulan devletler. Hatırlamak lazım. Bugün bu kurulan devletlerin kısma arzamını bizim ve birkaçımız dışında, tam 10 Avrupalılar Büyükülen Savaşı’ndan sonra kurdular. Önce çizdiler ve sonra kurdular.
Bir devleti kurduğunuz zaman onun sınırlarını tayin edersiniz, hukukunu tayin edersiniz. Düzenli sistemini, siyasal yapısını tayin edersiniz ve burada yaşayanlar bu tayin ettiğiniz sınırların dışında taşmak isterlerse o zaman müdahale edersiniz. Bu size hep bedel olarak gelir ve bu bedeli sürekli biz 100 yıldır ödemekteyiz. Ödeniyor da zaten. Üçüncü… Bir daha bir araya gelemeyecekleri şekilde birbirlerinden ayrılmaları lazım.
Tekrarlayalım tekrar isterseniz. Bir, faturayı kesmek lazım. İki, gelecek nesillerin aynı tehdide maruz kalmaması için tedbir almamız lazım. Üç, bir daha hiçbir şekilde bir araya gelemeyecek tarzda bunları birbirlerinden ayrılmamız lazım. İlk, ikinci maddenin sonucu aslında. Evet, yani bir araya geldikleri zaman zaten tarih bize onu gösteriyor ki. Onlar şunu biliyorlar ki Osmanlılar, bulunduğumuz coğrafyada hiçbir Müslüman halkın toprağını Müslüman halklardan savaş yoluyla zorla kanla almamış. Onlar biliyorlar ki Osmanlıların burada bulunan Müslüman ahaliyle bir kan davası yok. Kan davası olmadığı için de gönüllü bir birliktelik var. 1517’de Yavuz Sultan Selim geldiği zaman Kuzey Afrika kendisi gönüllü katıldı. Mekke emiri de geldi kendisi gönüllü katıldı. Mısır, Suriye’de memlulilerden alındı. Dolayısıyla Araplardan ya da Kürtlerden alınan bir toprak yok burada. Daha doğrusu kan davasıyla birbirleriyle savaşarak kurulmuş bir birliktelik yok. Herkes bir gönüllü birliktelikle müşterek bir tarih yazdılar ve Birinci Dünya Savaşı bu müşterek tarihin ağlayarak birbirlerinden de kopuşunun hikayesidir. O yüzden Batı, Avrupa buna mukabil parçalanmışlıktan bölümüşlüğe doğru giden bir tarih inşa ederken biz tam tersine bütünlükten parçalanmışlığa doğru giden bir tarihin bedelini ödemeye devam ediyoruz. Bu bedel herkes tarafından da ödeniyor. Şimdi işte milli mücadele bu bedel’e karşı bir başkaldırının hikayesi, destanı, inşası, destanı, mücadelesi ve tarihi belki bilmemiz gereken bu. Mondros mütahrikası imzalandı. Anadokuları bir hatırlayalım hocam. Evet. Zaman çok hızlı geçiyor. Evet. Süremiz sınırlı. Sohbetinize çok hoş çok teşekkür ederiz ama. Estağfurullah. Bir ana durakla de bir hatırlamak ne fayda var?
Tabii duygulanıyorum bu konular açıldığı zaman çünkü bugün bu bayrak altında onurla yürüyebiliyorsak hakikaten o gün ödenen bedellerin bir befası, bir belki sonucu olarak bunu yapabiliyoruz. Mondros mütahrikası ile Osmanlı Devleti savaştan çekildi, mağlup oldu ve mütahrikâ neticesinde ülke işgal edilmeye başlandı.
Ama bu işgaller kesinlikle hukuki işgaller değillerdi. Bu işgallerin neticesinde en son halkası da İzmir’in işgali oldu. İzmir’in işgali artık katlanamaz bir şeydi. 15 Mayıs 1919’da. Tabii İstanbul’un işgali var. Ardından İstanbul’un işgali. Anadolu’da çeşitli bölgelerin işgali var. Evet.
Şimdi milli mücadelenin nasıl başladığıyla ilgili bütün kaynaklarda ve Nurtuk’ta anlatılan bir anektod vardır. İşgalci devletler Anadolu’da yer yer hukuk bulan direnişlerinin sonlandırılması ve mütareke şartlarına bağlı olarak askerlerin silahlarına teslim etmesi için İstanbul’a baskı yapıyorlardı. Bu baskılar neticesinde Anadolu’ya subayları göndermek için bir gerekçe. Çünkü İstanbul dedi ki eğer biz subaylarımızı gönderebilirsek askerler sadece komutanlarına silahları teslim eder. İşte bu hikayenin en önemli parçası da Mustafa Kemal Atatürk. Sultan Vahdettin’le sarayda vuku bulan karşılaşmada bütün anektodlarda geçen bir cümle vardır. Paşa bugüne kadar yaptığınız hizmetler tarih tarafından teslim edilmekte ama bundan sonra yapacağınız hizmet bunların hepsinin önüne geçecektir. Bu kitaba yazılacaktır diye saat taraftan bir kitap elinde basıyor. Nurtuk’ta anlatılıyor değil mi hocam? Pek çok kaynaklarda yazar bu bir vuku bulan bir hadise. Buna mukabil de Gazi Mustafa Kemal Paşa, muradınızı anladım Sultan’ım, Hünkar’ım diyerek 16 Mayıs’ta Samsun’a doğru yola çıkıyor ve Milli Mücadele’nin Milli Mücadele’yi şöyle buyurun. Burada bir hususun altını çizelemeye isterseniz bir müzakere edelim hocam, bir hatırlatalım.
Mustafa Kemal’in aslında Samsun’a gidişi ve gönderilişi kağıt üstüne basit bir harekat değil, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının bir defa çok ciddi bir hazırlığı var. Buna Sultan Vahdettin’in, dönemin hükümetinin, deniz kuvvetlerinin, genel kurmayının vesaire bütün kurumlarının bir katkısı desteği ve ortak bir devlet operasyonu olarak. Devlet operasyonu zaten devletin verdiği bir karar, Görünür’de Anadolu’daki direnen güçlerin silahlarına teslim bulmak üzere ordu müfettiş olarak gidiyor Mustafa Kemal Atatürk. Bundan sonraki tartışmalarda zaten bu gidişatın Milli Mücadele’yi organize etmek ve bunun başına geçmek üzere mi gönderildiği yoksa gerçekten, hakikaten Görünür’deki gerekçeye bağlı olarak işgal kuvvetlerinin, işgalcilerin isteğine bağlı olarak Anadolu’daki silahları toplamak üzere yani teslim olmalarını, bu tartışma artık insanların kendi tarih görüşlerine göre. Sizin kanaatiniz? Benim kanaatime göre… Biraz önce gerçi bir cümleyle onu teyit ettiniz ama biraz açın isterseniz. Benim kanaatime göre arkasında binlerce yıllık devlet tecrübesi olan bir devletin tarihin akışını tesadüflere bırakmadığı.
Dolayısıyla muhtemel işgallere karşı da nasıl ayaklanmalar, nasıl direnişler organize edileceğinin çok önceden planlandığı. Nitekim Milli Mücadele başladığı zaman aynı anda Anadolu’nun her yerinde ortaya çıkan müdafai hukuk cemiyetlerinin de bu devlet aklının bir eseri olarak daha önceden işgal durumunda harekete geçmek üzere yapılan hücreler olduğu ve Milli Mücadele başladığı zaman bunların hepsinin ayar kalkarak bir kuay milliye ruhunu oluşturduklarını ve bunun tesadüfen kendiliğinden anında olamayacak bir yapılaşma neseli olduğu şeklinde. Tarihte zaten böyle tesadüflere pek yer vermez.
Nitekim Milli Mücadele’nin devam ettiği Mudanya’ya kadar geçen süre içerisinde aşağı yukarı Milli Mücadele’nin diliyle İstanbul’un dili aynı dildir. İngilizlerin ve işgalcilerin baskısıyla çünkü baskı o kadar büyük ki aksi halde İstanbul’a yer koyarız.
Aksi halde İstanbul’dan ümidinizi kesin. İstanbul’un düşmesi demek İstanbul’un daha doğrusu koparılması demek bu hikayenin de sona ermesi demek. Ve İstanbul’un düşmemesi için sadece bizim emeğimiz bizim gayretimiz değil yeryüzündeki bütün Müslümanların özellikle Hindistan’daki Müslümanların da çok yoğun çabaları var.
Yani hani böyle kılıç insanın tepesinde ve buna mukabil de ya şunu yapın ya da İstanbul’a el koyarız şeklinde bir tehdit altında geçinen bir şey. Sadece İstanbul’a sınırlı değil el konulacak ve konulması iyi. İstanbul’un sembol tabii. Şimdi Milli Mücadele’nin başladığı andan itibaren Amasya, Erzurum, Sivas hemen her yerde orada siz İstanbul’u
işgal etmiş olabilirsiniz. İstanbul’dakileri esir almış olabilirsiniz. Ama bu milletin kaderini sizin esir aldıktan belirlemez. Biz anında başka bir çare üretiriz. Bu milletin kaderini kendisi belirler çözümü iradesi bütün metinlerde kendisini açık ve net bir şekilde gösteriyor. Siz bizim yöneticilerimizi esir almış olabilirsiniz. Siz başkentimizi işgal etmiş olabilirsiniz.
Ama biz var olduğumuz sürece biz kendi kaderimizi ve irademizi kendimiz tayin ederiz. O Amasya tamimi Erzurum Kongresi kararları ve Sivas Kongresi kararlarındaki ifadesini bulmuş şekilleridir.
Ve orada vurgulanan en önemli hassasiyet, hilafetin şahsı maneviyesini korumak, varlığını korumak, padişahın izzetini ve şerefini korumak, devleti ve milleti korumak. Hepsinin birinciyle. Milli devleti korumak. Bunlar Milli Mücadele’nin üç ana temasıyla. Tabii tabii. Bu konuda da hiçbir ihtilaf yok. İhtilaf nerede var?
Hatta 19 Ocak 1920’de Padişahın Yaveri Nacibe yazdığı mektupta Mustafa Kemal Paşa, ki Meclis açılışına üç ay kalmış. Bunları teyit ediyor tekrar bizim ana gayemiz. Çünkü bir milleti harekete geçirir. Üç unsuru hayata geçirmek. Bir daha isterseniz onları hatırlayalım. O mektupta yazılan, siz söylüyordunuz.
Şöyle, buradan kısaca Murat Bardakçı’ya inedi, hatta geçen günde. Kuvvayi Millet’in tek arzusunun İstanbul’da kalan padişahın kurtarılması, Halifet sıfatıyla bütün İslam dünyasında hakimiyetini sağlamak ve vatanın istiklalini kurtarmak diye. Dini, milli ve idari bir yapının ve tarihi sürekli sağlaması olduğunu ifade ediyorum. İşgali altındaki bir vatanın ve sona erdirilmek istenen, bitirilmek istenen bir milletin direnişi için kullandığı, istihdam ettiği kuvvetlerdir bunlar. Değerleridir, ne için gayret ettiği.
Ve Anadolu’nun pek çok yerinde zaten bu milli mücadelenin kahramanlar arasında çok önemli yer işgal eden medrese figürlerinin, din adamlarının varlığı da bir anlamda bu mücadelenin hakikaten müşterek bir zemin üzerinde yürüdüğün de göstergisi. Tartışmalar, yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra bu tarihi hakikatlerin yorumlanışı üzerinde düğümleniyor.
Bir kısmı diyor ki Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları bunları inanmadıkları halde politika gereği böyle yaptılar, dini kullandılar ya da hilafeti kullandılar. Ben böyle değil, ben böyle olduğu kanaatinde değilim. Samimi olarak o dönemin kahramanlarının vatanı ve milleti kurtarmak, dini, devleti kurtarabilmek için ellerinde olan bütün kuvvetleri seferber ettiklerini, siz insanları ölüme davet ediyorsunuz.
Hani diyor Çanakkale Savaşı’nda Mustafa Kemal Atatürk, ben size savaşmayı değil ölmeyi emretiyorum. İnsanlara ölüme davet ederken insanlara çok ulvi değerler takdim etmeniz lazım. O ulvi değerlerin başı da bizim milletimiz açısından şehadettir, gazadır ve bütün tarihi şekillendiren kavramlardır.
Din-i devlet için, mülkümlülüğe için fedakarlıktır ve bu kuvvet bizim kuvvetimizdir, bizim devletimizin de milletimizin de kuvvetidir. Hocam tabi burada tarih yazımızdan kaynaklanan problemler var. Bu tartışmanın çıkma sebeplerinden birisi ders kitabına kadar da giren tarih söylemleri ve konular kaynaklanıyor.
Ama sizin bu ifadelerinizden ve tarihi kaynaklara baktığımızda aslında milli mücadelenin ana motivasyonlu dini bir anlayış, dini bir söylem. Var olan medeniyetin sambolleri üzerinden yürütüyorlar. Var olan medeniyetin sambolleri de din-i devlet, milk-i millettir. Yani bu formülesi edilmiş bir şekilde. Bunun üzerinde siz insanların yiyeceklerini talep ediyorsunuz.
İnsanların çocuklarının battaniyelerini talep ediyorsunuz mermileri örtmek için. İnsanların son kuruşunlarını, son kuruşlarını talep ediyorsunuz. İnsanların hayatlarını talep ediyorsunuz. Ve ne için yapacaksınız bunu? İşte insanların uğrunda hayatlarını feda edebilecekleri değerlerle yapabileceksiniz. Ve hakikaten o insanlar bu duygularında samimi.
Tartışmalar bütün bu hikaye bittikten sonra yeni kurulacak devletin ve rejimin yönü hakkında olan tartışmalar. O yüzden bu tartışmaları yapacaksak, bu tarihten sonraki dönemle ilgili yapmamız lazım. Tarihi daha sonraki tartışmaları daha öncesine de giydirerek, daha öncekine de götürerek o yaygın değişle anokronizm yaptığınız zaman bütün tarihi karıştırıyorsunuz zaten.
Milli mücadeleyi bırakınız. Losan’a giderken dahi İsmet Paşa’nın gazetelere verdiği beyan var. Losan’a giderken biz hilafiyetin ve milletin şerefini, izzetini korumak için gidiyoruz diye söylediği beyanlar var. O günlerde bu milli mücadele kahramanlarının aralarında hiçbir ihtilaf da yok zaten.
Ve böyle bu ihtilafı sanki daha sonra yaşanan ihtilafları daha öncesinden başlatmak aslında hem millete hem tarihe yapılabilecek büyük bir haksızlık. Aslında milli mücadele bizim millet olarak elimizdeki en önemli birlik ve beraberliğin sağlayacağı en önemli mutabakat konulardan birisi olması gerekiyor. Ve umutsuzluğa düştüğünüz zaman, umutsuzluğa düştüğünüz zaman sarılabileceğiniz önemli hazinelerinizden birisi.
Hani demiştik ya Fetret’ten 50 sen o zaman İstanbul’u fetheden. Hani demiştik ya 1289’da Anadolu Selçuklar yıkıldığı zaman kurulan bir devlet 50-100 senede Bosna’ya kadar uzanan bir büyük destan yazabiliyordu. Aynı şekilde işgal edilen bir devlet çok kısa bir süreçesinde küllerinden tekrar durabiliyor ve hemen herkesin mutabakat üzere olduğu bir hikaye bu. Ümitsizlik anının ümit kaynaklarından birisi veya belli bir ilerleme veya geleceğe bakma anında en sıkıntılı zamanlarda bile nasıl sıçramanın yapılabileceğinin ve milletin tarihinde tabiatında var olan değerlerin ortaya konulmasını sağlayan harekâtlıların en önemlerinden birisi. Ve bunun sayısız örnekleri tarihde olduğu gibi günümüzde de. Ama bize en yakın örnek.
Şu an 100. yılı bu 100. yılı biz aslında bütün okullarımızda bütün kültürel faretlerimizde insanların zihnine hiçbir anlam ifade etmeyen sadece soğuk mekanik kronolojinin ötesine taşımak zorundayız. Biz bu mayayı bu ruhu taşımak zorundayız. Ama bunun için hocam kuru bir söylem yerine yaşanmışlığı ele almamız gerekiyor. Kesinlikle. Hikayeleri ele almamız gerekiyor. Olayları ele almamız gerekiyor. Fedakarlıkları ele almamız gerekiyor.
Kahramanlıkları ele almamız gerekiyor. Duyguyu ele almamız gerekiyor. Bizim tarihçiliğimizin de aslında pek çok problemlerden birisi bu. İnsanı merkeze alan, yaşanmışlığı merkeze alan ve psikolojiyle dikkate alan. Şunu mesela nasıl izah edersiniz? Bütünlük içerisinde olayı ortaya koyan bir anlayış. Bu noktada milli mücadele deyince siz, gerçi sözünüz kesin kusura bakmayın lütfen. Estağfurullah. Konuşmanızın bir bölümde kısmen temas ettiniz. Sadece aslında Anadolu’daki insanların yani bizlerin bir milletin ümidi ve mücadelesi değil, sizin de doktora tez konusunda giren tezlerinize ve çalışmanızı atıp da bulunuruz. Aslında dünyanın en ücra köşesinde Avusturalya’sında, Hindistan’ında, Afrika’sında çok ümitsizlik ve imkansızlık içerisindeki insanların bile katkıda bulunduğu bir mücadelen söz ediyoruz.
Yani o kadar böyle hikayeler var ki bugünlerde gösteri, gösterimde olan bir filmde mesela Avusturalya’da, Cerehane’da bir hikayeden hareketle bir senaryo yapılmış. Orada İngiltere’ye savaş ilan eden birkaç kişiyi görüyorsunuz Avusturalya’da. Bu tarih olarak olan bir vaktim. Siz Singapur’da aynı şekilde o tarihlerde yine İngilizlere karşı ayaklanan bir Hint birliğinden bahsediyorsunuz.
Ya da yanlıyak Hindistan’dan, Pakistan’dan, Afganistan’dan bizim milli mücadeleye katılmak için yollara düşen insanları görüyorsunuz. Kulağını yırtarak küpesini hediye eden Hintli Müslümanları. O insanlardan bazıları daha sonra İstanbul’da kalmış. Ben onların hatıratlarını okudum. Bir tanesi mesela 1989’de vefat etti Zafer Hasan Aybek isminde. Hatıraları hem Türkçe hem Urduca yayınlandı.
Harb okulunda İngiliz öğretmen olarak kalmış. Bir tanesi Abdurrahman Peşaveri isminde birisi. Peşaverli. O yüzden bu ismi almış muhtemelen. Afganistan’ı ilk Türk büyükelçisi olarak vazife yapıyor. Eğer siz milli mücadelede konuştuğunuz ruhu dışlarsanız o zaman o uzak coğrafyadaki çarpan gönüllerin ne için çarptığını izah edemezsiniz. Bu saydığımız insanların Anadolu’ya ne için geldiğini izah edemezsiniz.
Başka bir örnek vereyim mesela. Sayısının 60 ila 100 bin kişinin civarında olduğu tahmin edilen bir Müslüman kitle. İstanbul işgal edilince artık burası Darül İslam olmaktan çıktı deyip Hindistan’dan yola çıkıyorlar ve kış kıyamet Afganistan, Türkistan’a doğru hirmet etmeye karar veriyorlar. Ve binlerce yollarda ölüyor, perişan oluyorlar, geriye dönemiyorlar.
Onların İstanbul’a ne derdi olabilir? Onların Anadolu’da cevap eden savaşla eğer bu ruhu çıkardığınız zaman ne ilişkileri olabilir? Bu hikaye aslında sadece bizim hikayemiz değil yeryüzündeki bütün mazlum gönüllerin hikayesi, bütün Müslümanların hikayesi ve bizim şahsımızla tecessüm eden bu hikaye ve bu sonuç da aslında hemen herkesin ortak hikayesi. Allah bize nasip etmiş. İşte bundan sonraki faaliyetlerimizde bu 100. yılın anısına belki, önemine belki bu ruhu diri tutacak hem tarihçilik açısında hem şiir, edebiyat, sanat, görsel, sinema, aklınıza ne gelirse modern dönemin teklifleriyle bunu yeni nesillere aktarabilecek canlı tutacak faaliyetler içinde olmamız lazım.
Bunun için hemen herkese büyük sorumluluk. Çünkü hakikaten tarih içerisinde bizim bir sermayemiz varsa o da bu bizim kabiliyetimiz. Bu ruhu taşıyabilmiş olmamız. Aksi takdirde biz de çoktan bir varmış bir yokmuş olurduk. Allah korusun.
Aslında yani milli mücadele 100. yılında derken yeni milli mücadirlerin yaşanmaması veya yaşananların hatırasının ihyası ve biraz önce vefa dedik ya insan insan yapan hem vefa gösteririz hem ibret defası olarak ortaya konulması için devlet ve millet birlikteliği, el birliği sağlanması gerekiyor.
Bir de milli mücadeleyi kazandık bitti oh şükür falan konumunda da değiliz. Çünkü tarihin en kızgın topraklarında yaşıyorsunuz.
Tarihin ve coğrafyanın en kıymetli topraklarında yaşıyorsunuz. O hikaye bitti. Size yeni bir hikaye ile yeni bir senaryo örmeye çalışan başka pek çok çevrenin ortasında yaşıyorsunuz. Yeryüzünde üzerinde bizim kadar plan proje hesap kitap yapılan başka bir birim bir birlik bir millet bir devlet olamaz zaten.
O yüzden milli mücadele bitmiş bir süreç değil her an tayakkuzda olması gereken. Bunu bir paranoya anlamında değil bunu bir sorumluluk anlamında söylüyorum. Çünkü bizim burada durmamızı hazmetmeyen bir zihniyet var dünyada. Çünkü burasını kendileri için kendi kimlikleri için şahsiyetleri için vazgeçilmez gören bir zihniyet var dünyada dünyaya hakim olmak istiyor. Diyorlar ki İstanbul bizim kimliğimizin en önemli parçası Hristiyanlığın devlet olduğu ilk yer. Diyorlar ki bu topraklar sadece size ait değil bütün kutsal dinlere ait olan topraklar. Evet biz de diyoruz bu topraklar bütün kutsalların ortak toprakları ama bizim emanetimizde bizim vatanımız. Biz bunun bedelini ödeyerek almışız ve bütün tarih boyunca da söylüyoruz ki
bunun bedelini ödediğimiz sürece ancak burada kalabiliriz. Geçmişte insanlar geçmişin şartlarına ve zararatlarına binaen bu bedeli kanla ödedilerse bizim mürekkep ile ödememiz lazım. Tam onu hocam soracakım biraz mürekkep deyince biraz açalım isterseniz sözünüzü kesin mazur görün lütfen.
Milli mücadele deyince bir algı var savaşa odaklanmış bir algı. Bunu da biraz açmak lazım aslında dün de bu insanların mücadelesi sadece cephede savaş değil yani o yokluk içinde bile
mektebinden, meddesesinden, üretiminden teknolojise bir mücadele var ve savaş aslında cephe savaşı bütün bu arka plandaki şuurun gayretin bir mecburi hallerde tahakkuk ettiği bir nokta. Bu noktada ne söylemek istersiniz? Biz maalesef bu emanetin sahibi bir millet ve devlet olarak son birkaç yılda emanete muvaffak kendimizi üretemediğimiz için, yenileyemediğimiz için eski dönemin hikayeleriyle avunmaya çalışan bir haleti, ruhiye yansıtıyoruz. O yüzden hem milli mücadele hem de tarih dediğimiz zaman hep bizim karşımıza savaş kahramanlıkları ortaya çıkıyor. Bu savaş kahramanlıkları aslında eski dönemin dili. Biz yeni dönemin dili bilim, edebiyat, sanat, ticaret.
Dolayısıyla yeni dönemin milli mücadelesi ve beka meselesi aslında bu alanlarda sergilenmeli. Onun için de yüksek teknoloji ile ilgili sizin bulunduğunuz yer nedir, ihracatla ilgili bulunduğunuz yer nedir, okullarınızın, üniversitelerin yeryüzündeki bilimsel konumları, başarıları nedir,
ürettiğiniz patent sayısı nedir, bulduğunuz keşifler nedir, yeryüzünün neresinde şirketleriniz var ve bu şirketler dünya ticaret ortalamasının ne kadarına el koymuşlar, sahipler ya da yönetiyorlar. Milli mücadelenin yeni dönemde olması gereken kullarlar bunlar ama maalesef hani yaygın deyişle şeytan taşlamaktan tavaf etmeye fırsat bulamıyoruz gibi mütemadiyen ben size mesela…
Hayır şöyle bir şey söyleyeceğim, şeytanı taşlarken tavafa mani ne hal var ki? Yani ben bu bir hakikati ifade etmekle birlikte kendimizi masumlaştırma sloganı gibi geliyor bana. Hem şeytanı taştıracağız hem tavafı yapacağız.
Bize tarihin yüklediği sorumluluk bu. 1940’lı yıllara dair bir Avrupa Devleti’nin Türkiye raporlarını okudum bak, savaş dönemleri. 1940’lık yıllarda o raporlarda aslında bizim üzerinde çok fazla yorum yapmamız gerektirmeyen ifadeler var.
Diyor ki Ankara’da bulunan bütün Müslüman ülkelerin sefirleri hala Türkiye’yi kendi doğal liderleri gibi görme temi ayrındalar. Türkler bir yol ayrımında. Ya yeniden tarihi rollerine dönme girişiminde olacaklar ya da bizimle mutabakada vardıkları gibi bizimle paralel bir tarih inşa edecekler.
Eğer bundan vazgeçerlerse yine bedel ödeyeceklerini bunları hatırlatmak lazım tarzında ifadeler var. Özetle de olsa bunu bir daha tekrarlar mısınız hocam?
1940’li yıllarda yaşanan bütün tarihi ve tecrübeye rağmen hala İslam dünyasının Türkiye’yi kendilerinin doğal lideri olarak görme temayullerinden Avrupalıların rahatsızlığını o günde duyuyorlar, bugün de duyuyorlar bu rahatsızlığı.
O günün Türkiye’sini, o günün dünyasını, o günün dış politikasını, iç politikasını dikkate aldığınızda aslında 1940’larda o duygunun hissedilmesi… Çok yani normal bir şey değil tabi. Normal bir şey değil. Eğer o gün öyle hissediliyorsa bugün nasıl hissediliyordur?
Evet, evet.
Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi. Eğer o gün öyle bir şey değil tabi.
Eğer O gün
Tüm bu yollarınız, tamamen sizin hafızanızla ilgili bir hadise. Veğer bu hafızayı kaybederseniz, aslında siz kendinizi, kimliğinizi kaybedersiniz. Bizim hafızamızın önemli kilometre taşlarından birisi de tarihimizde ortaya koyduğumuz varlık-varoluş mücadelesi, insanlığın onurunu koruma mücadelesinin örnekleri. Yeryüzünün %85’inin paylaşıldığı bir zaman diliminde insanlığın onurunu korumak adına sergilenen bir mücadele ve ödenen bir bedelin adıdır milli mücadele. O yüzden sadece bizim değil, ondan sonra bağımsızlığını elde eden dünyanın pek çok yerindeki, pek çok yeni devletin de bağımsızlık mücadelesine sembol olmuş, ilham kaynağı olmuş.
O yüzden dünyanın her yerinde kendilerine genç Türkler denilen hareketlerinin ortaya çıkmasına kaynak olmuş bir mücadeleden bahsediyoruz. Sayısız örnekleri var, bunları sıralamak için vaktimiz yok.
Ama milli mücadele destanını ve başarısını ortaya koyarken bu kahramanlığı yazan insanları bu fedakarlığı vermeye götüren değerleri ihmal edersek o zaman çok mekanik soğuk bir tarih ortaya kalır ki bununla siz yeni bir ruh inkişafı sağlayamazsınız.
Çünkü insanları harekete geçirenler onların ruh zenginlikleridir, onların değerleridir, inançlarıdır. O inançları ortadan kaldırdığınız zaman yürüyebileceğiniz mesafe pek fazla olmaz.
Bizimle aynı zaman diliminde bir başka kullarda hikaye yazmaya çalışan bir Sovyet-Rusya tecrübesi var mesela. Sovyet-Rusya tecrübesi tamamen bu üst yapı kurumları olarak nitelediği milli, malevi, dini değerleri sonlandırarak yeni bir kullarda yolculuk denedi ama hepimizin bildiği gibi pek fazla devam ettiremedi ve hikayesi çok kısa sürdü.
Ama bizim hikayemiz sonsuza kadar sürecek inşallah. Çünkü biz mayayı korumasını becerebilen bir milletiz ve bu mayayı koruduğumuz sürece mutlaka bu mayayı tutturacak nesiller hep gelecektir. Öyle diyelim. Hocam aslında son bir değerlendirme olarak milli mücadele faaliyetlerini kutlamalarını ele alırken biraz millet olarak, tert olarak şu her şeyi devletten bekleme alışkanlığımızı bir terk etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum.
Yani bir aile bireyi olarak, baba olarak, anne olarak, idareci olarak, vatandaş olarak, kurum yöneticileri olarak, öğretimli olarak hepimizin ne yapmalıyız sorusuna bir cevap araması gerekiyor. Bu doğrultuda da milli mücadele okuma seferberliğini başlatmak lazım. Çok güzel.
Tarihi anlatıldığı şekliyle değil aslında olduğu şekliyle anlamaya yönelik bir gayret sarf etmek lazım. Eğer bu gayret olmasa bütün bu söylemlerin çok değeri olmaz diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
Birey olarak, fertife olarak herkes kendisini gerçekleştirmekle mükellef. Siz bütün hikayeyi devletin koyduğu kalıplar içerisinde sürdürmeye çalışırsanız zaten sınırlarınız bellidir, sırçlama yapamazsınız. Halbuki kendi birikiminiz ve kabiliyetlerinizi keşfedip onların yücelmesi, gelişmesi için gayret ederseniz pek çok başarılar ortaya koyabilirsiniz.
Yeni dönemde bizim yapmamız gereken iki temel şey var bu konuyla bağlantılı olarak. Okumak ve düşünmek. Okumak ve düşünmek. Çünkü bizi bağımsız kılan, bizi farklı kılan en önemli şey bu. Siz çok güzel ifade ettiniz. Yeni bir okuma seferberliğiyle bütün okullarımızda, bütün gençlerimize kendilerini keşfedecek.
Ve kendilerini keşfederken de aynı zamanda tarihlerini ve geleneklerini keşfedecek yeni bir milli mücadele seferberliği başlatmak lazım. Çok teşekkür ediyorum hocam. Sayenizde aslında bir olayın kronolojik akışı ve ayrıntıları yerine yaşanmış hadisenin bir felsefesi ve çıkarılması gereken dersler üzerine bir sohbet gerçekleştirdiniz. Teşekkür ederim. Çok teşekkür ederim. Sevgili seyirciler, milli mücadele 100. yılında dedik ve 19 Mayıs 1919’un 100. yılı münasebetiyle Prof. Dr. Azmi Özcan’la milli mücadelenin ruhunu, milli mücadelenin heyecanını, milli mücadelenin dokusunu, milli mücadelenin başını, anını ve devam eden sürecini ele almaya çalıştık.
Aslında hepimize düşen bir görev var. O da hatırlamak, öğrenmek. Bunun için okumak. Sologanlarla değil, söylemlerle değil, kalıplarla değil, sadece bize sunulanla değil, hakikatin ruhuna uygun, hakikatin kapısına aralamak niyetiyle okumak.
Sadece hakikati öğrenmek, hakikati hakkın sahibine teslim etmek ve zirvelerden düşüp yeni bir çıkışın acısını yaşamamak ve ilerlemek için.
Ümit ve niyazi diyorum ki yaşadıklarımızla ve yaşanmışlarla yeniden imtihan olunmamak ve yaşayanlara daha iyi bir dünya ve daha iyi bir gelecek sunmak hepimizin mücadele verdiği, gayret ettiği ana meselelerden birisi ola.
Hoşça kalın efendim.